Bana göre yılın en iyi filmlerinden biri olan ve almadık ödül bırakmayan Yozgat Blues, Başka Sinema kapsamında yarın vizyona giriyor. Beyazperde.com‘dan Banu Bozdemir, Melis Z. Pirlanti ve Duygu Kocabaylıoğlu‘nun* ortaklaşa gerçekleştirdikleri Mahmut Fazıl Coşkun ve Ercan Kesal röpörtajlarını aşağıda okuyabilirsiniz. Keyifli okumalar.
* Bozdemir Coşkun’la, Pirlanti ve Kocabaylıoğlu ise Kesal’la söyleşi yaptı.
Banu Bozdemir: Yozgat Blues’u ikinci kez izledikten sonra tersine bir taşra hikayesi olarak gördüm meseleyi, genelde taşra hikayelerini kasabalara gidip yoklamayı seviyoruz. Siz oradaki var olma halini güçlendirmişsiniz, romantizmin aksine gerçekçilik var. Bu durumda sizin taşrayı nasıl algıladığınızı sormak istiyorum…
Mahmut Fazıl Coşkun: Şöyle bir şey yapmak istedim aslında taşrayla ilgili. Şu an “yeni taşra” diye bir şey var ve ben onun bu filmle tespitini yapmaya çalıştım ama tamamen bu tezle yapılmış bir film değil. Aslında eskiden tüm toplumlar köylü toplumlardı. Tarım toplumuydu. Avrupa’da sanayileşmeyle birlikte şehirleşmeye başladı, tarım toplumundan koptuk. Bununla birlikte hayat tarzları da değişmeye başladı. Şehir ve köy kavramları daha netleşmeye başladı, fabrikalar ve bununla birlikte işçi sınıfı ortaya çıkmaya başladı. Hayat apartmanlara taşındı vs… Türkiye’de ise ona özenen, burada yeni bir hayat tarzı var diyen, sanayi toplumuna geçişi yaşamadan sadece hayat tarzına bakarak uygulamaya çalışan bir tarz oldu. Dolayısıyla bizim taşra-şehirli ayrımında tuhaflıklar çıkmaya başladı. Yozgat mesela bir tarım bölgesi. Ama bir şehir hayatı özentisi var, batıda işçi sınıfının yaşadığı gibi apartmanlar yapılıyor ve bu batılı ve modern hayat tarzı gibi algılanıyor. Yer sofrasında yiyecekken masada yiyorlar ve bunun hiçbir gerekçesi yok. Batıda bunlar hep bir gerekçeyle yapılmış. Biz ise görerek ve kopyalayarak yapmaya çalışıyoruz. Benim taşrayla ilgili söylemek istediğim şey biraz bu. Türkiye’den ya da Yozgat’tan bahsedersek biraz böyle bir tablo görüyorum ben. Ortaya çıkan tuhaflık hoşuma gidiyor.
Yozgat benim için ya da birçok kişi için diplerde sanki, çok öne çıkmayan bir şehir, kaybolmuş gibi, bu filmle sanki öne çıktı. İyi oldu sanki, sizin için de öyle mi?
Coşkun: Ben tabii çok öyle düşünmedim ama belki de gerekiyordu. Evet unutulmuş bir yer Yozgat, mahrumiyet bölgesi gibi biraz. İnsanlarının kendine has komik bir mizah anlayışının olduğunu düşünüyorum. Çünkü başka yerlere gittiğimde o kadar gülemiyorum. Garip bir kafaları var, orası kesin. (Gülüşmeler) Ama çözemedim ben de. Onun dışında mahrumiyet bölgesi çok net, bazı komplo teorilerine göre bilerek mahrum bırakıldığı falan da söyleniyor, isyanla bağlantılı olarak. Bir yandan devletçi ve milliyetçi de bir yer. Ama gördüğüm kadarıyla gelişmeye çok açık olmayan da bir yer. Bir zenginlik de yok, kendi içinde kalmış gibi…
Şimdi filmde kadın egemen bir dünya mı var, aslında kadın adamın peşine takılıyor ve bir şekilde var olma yolunu buluyor kasabada. Kadına güç katmışsınız ama bazı erkek izleyiciler kadın düşmanı olarak da yorumladılar filmi. Tersini iddia ettik tabii ama yine de bu konuda sizin düşünceniz?
Coşkun: Bir karakterin iyi ya da kötü olmasından yola çıkarak bir film yargılanabilir mi? Diyelim ki erkek karakter kötü, o zaman film erkek düşmanı mı olacak? Bunları takmıyorum ve karakter odaklı görüyorum. Kadın olduğu için bunları yapmıyor ki, pragmatist birisi olarak görüyorum ben onu. Varoşta yaşadığı, gördüğü, büyüdüğü o kadar belli ki… Tabii ben de bu konuda biraz düşündüm, kötülük mü yapıyor diye ama aslında yapmıyor, kendi istediği, inandığı gibi yaşıyor. Kızın açısından değil ama kendi adına satılmışlık duygusu yaşıyor Yavuz. O da onun aşırı naifliğiyle ilgili. Dünyayı algılayış biçimiyle ilgili ve ben o karakteri kötü bile bulmuyorum. Kadın egemen, kadın düşmanı gibi tespitleri doğru bulmuyorum, daha da kötü olabilir yani karakter. Başka filmler için de duyuyorum ve bu bana ilginç geliyor. Bizde böyle bir takıntı var.
Altın bamya tipleri seçiyoruz ya da cinsiyetçilikle suçluyoruz çok çabuk…
Coşkun: Evet. Film bilerek faşist zihniyetli bir film olabilir ya da yönetmen. Ama filmde kötü bir kadın var ya da maço erkek. Bunlar bana çok sağlıklı değerlendirmeler olarak gelmiyor.
Yavuz Bey, Neşe’ye herhangi duygusal bir şeyler hissetmeye başlıyor mu? Hafif gerilimli buldum oraları…
Coşkun: Bu arada Yavuz Bey demeniz çok hoş, herkes Yavuz diyor. (Gülüşmeler) Yok, bence ikisinin dünyaları çok ayrı. Kadın çok net koyuyor tavrını ama adam hissediyor olabilir.
Filmin yerel tiplemeleri çok iyi, onlar ön plana çıktı. Berber ve radyocu şair. Her şeyiyle kendini yaşadığı kasabaya adamış insanlara rastlarız, onları filmde kullanmak hem de ön planda ve iyi bir biçimde kullanmak, biraz bundan bahsetsek…
Coşkun: Ben berber Sabri’nin ana karakterlerden biri olduğunu düşünüyorum. Şair Kamil gibi karakterler ise çok vardı etrafımda. Radyocular, edebiyat dergilerinde şiir yayınlamak isteyenler, yayınlayanlar. Onlarla olan temaslarım sonucunda doğdu. Yavuz ve Kamil aslında aynı tiplemeler. Biri şehirli biri de taşra versiyonu gibi. Çok da rastgele düşünülmedi aslında, bunu vermek için düşünmüştüm.
Filmde şehirde tutunamayanların taşrada tutunması hali var, tabii özelikle de Neşe için. Taşraya dönüş, taşranın aslında çok boş değil de tutunalası yerler olabileceği mi?
Coşkun: Taşranın şehirlerin varoşlarına benzediğini, o yüzden sanayi toplumu olmadan böyle bir modernleşme çabasına girmesi ve taşranın bir varoşa dönüşmesi gibi okudum başta da söylediğim gibi. Tarım toplumu sanayi toplumu gibi yaşamaya çalışıyor bunun uyumsuzluğu diyelim, buradan çıkan saçmalıklar. Dindar bir iktidar olunca tekrar muhafazakarlaşma. Tarım toplumu daha dindardır ama biz de şehir hayatı yaşamayan çalışan muhafazakarlar oluşmaya başladı. Üst üste eklemlenmiş birkaç saçmalığı birden yaşıyormuş gibi geliyor.
Kadının yolunu çizme aşamasında çabuk karar vermesi konusundaki düşünceleriniz, biraz da farklı bir şekilde kadının orada yerleşmesini sağlıyorsunuz, aslında kadından beklentimiz az ama…
Coşkun: Varoşta yaşayan insanların çoğu bir çıkış arıyor. İnsanlar büyük şehirde ezilmeyi göze alıyor çünkü bir gün bir şey olurum diye düşünüyor. Şehrin çeperlerinde yaşayan insanların hayali yırtmak, dahil olmak. Herkesin derdinin kendi başarı hikayesini yaratmak olduğunu ve ülkenin çoğunluğunun böyle olduğunu düşünüyorum. Neşe arıyor, deniyor ama müzik falan da değil, olmuyor. Bir şekilde pes ediyor. Ama Sabri’yle denk düşüyorlar.
Neşe’nin oynadığı karakter fazla gerçekçi, hiç karton değil. Hiç ara bir tipleme değil, onu nasıl yedirdiniz filmin içine?
Ben Ayça’nın suratını seviyorum, çocuksu bir ifadesi var. Bize dayatılan güzellik anlayışıyla uyumlu değil, diğer türlü olsa yırtar zaten bir şekilde. Öyle olmadığı için bunun daha inandırıcı olduğunu düşündüm.
Filminizdeki üç erkek oyuncuyla (Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak, Tansu Biçer) son dönemlerdeki filmlerde de çok karşılaşmaya başladık, özellikle de Ercan Bey’le. Bunun bir dezavantaj olduğunu düşünüyor musunuz?
Coşkun: Benimki tesadüf oldu, senaryo yazmaya başlamam filmin çekiminden bir buçuk yıl önceydi. O zaman Ayça, Nadir ve Tansu ile anlaşmıştık biz. Senaryo biraz onlara göre yazıldı. O zaman Nadir birkaç filmde, Tansu da Onur Ünlü‘nün filmlerinde oynamıştı sadece. Onların popülariteleri arttı. Sakıncası yok, bunu da onun için söylemiyorum, bu kadar çok filmde oynamış olsalardı o zaman tekrar düşünebilirdim, oynatayım mı diye… Ben onların yeni kuşak iyi oyuncular olduğunu düşünüyorum ve herkes de onları tercih ediyor. Oyuncu kariyeri başka bir şey gerçekten de.
Peruğun bir erkeğin dünyasına, filmin gidişatına kattığı anlamı sizden dinlesek… Yaşlanmak, iç dünyasıyla hesaplaşmak, ona yüklediği anlam çok yani…
Coşkun: Evet öncelikle adamın yaşlanmaya direnişi, genç kalmaya çalışması ama biraz da yaptığı meslekle ilgili. Sahne sanatçıları, kendilerini öyle adlandıranlar genelde peruk takarlar. Onlar için çok önemli ya da siyaha boyatırlar. Gençlik çok önemli, bir de söyledikleri şarkı pop falan olunca daha da önem kazanıyor. Gençlik takıntısı ve gençliğe hitap etme arzusu oluyor, bir de kendilerini fiziksel olarak beğeniyorlar.
Müzikte arada kalmaya denk düşüyor herhalde…
Evet o da bir yerde takılmış işte. Bir gün çok popüler olacağım, yırtacağım kaygısı ve zamanı durdurmaya çalışması ama bir yerden sonra umudunu kaybediyor o da…
Ülkemizde film çekmenin kolay olduğu söyleniyor, ikinci filminizi çektiniz ama neler yaşadınız, süreç nasıl ilerliyor? Kolay mı?
Coşkun: Çok kolay değil, birincisi iyi bir film yapman için düşünmen gerekiyor, iyi yazılmış olması lazım. Diğer taraftan da yapım süreci, yani maddi sürecin kotarılması lazım. Onlar da uzun ve sancılı süreçler. Ticari filmler olmadığı için zaten yapımcı aramıyoruz. Dolayısıyla uzuyor, bazen bulunamıyor da. Projeler kalıyor raflarda.
Kültür Bakanlığı’nın da kısıtlamaya gittiği söyleniyor…
Ben bilmiyorum ama başvuran projeler artmış olabilir. Çünkü film yapan sayısı arttı.
Fazla film çekilmesi konusundaki düşünceleriniz nedir?
Coşkun: Benim bu konuda hiçbir rahatsızlığım olamaz. Ama şu bir gerçek: iyi film çok olmayacaktır. Öyle sürprizler olabilir ki bizi de şaşırtabilir. Çok sayıda olmasının bir sakıncası yok ama çekenlerin iyi düşünmesi gerekiyor.Pahalı bir yatırım, çok emek veriliyor.
Başka Sinema ve çeşitli gösterim olanakları da oluşmaya başladı yavaştan. Salon sıkıntısı yaşatabiliyor çok film olması bir yandan da. Bağımsız film çekenlerin handikapı sanki bu, festivallerde ödüllere boğulup vizyonda önlerinin tıkanması…
Coşkun: Zamanla dengeye gelebilecek bir durum o. Benim iki tecrübem oldu. Uzak İhtimal‘de böyle bir sıkıntı hiç yaşamadım. Yozgat Blues’da da Başka Sinema devreye girdi. Zaten ben şunu fark etmiştim ilk filmimin zamanında: Ticari film diye bir şey var bunlar yatırımcı filmleri. Seyirciye hitap eden ve onların nabzını tutan filmler yapıyorsunuz, para yatırıyorsunuz ve o paranın kısa zamanda dönmesi lazım. Bizim yaptığımız ise zamana yayılan, büyük emek harcanan, uzun uzun düşünülen ve parası da zar zor toplanan filmler. Gişede seyirciyi çok cezbetmeyecek filmler, çünkü o hesaplar yapılmıyor. Bu filmlerin aynı kulvarda, aynı şekilde dağıtılmasının mümkün olmadığını hep düşünmüştüm. İkisinin hitap ettiği şey farklı. Başka Sinema’yı dinlediğimde çok sevindim. Demek ki başkaları da aynı şeyi düşünüyormuş diye… Yeni başladı, iyi de gittiğini duyuyorum.
Sanki biraz festival havasında algılanıyor deniyor…
Coşkun: Evet seyirci öyle algılıyor, festival programı gibi bakıyor ama bunda bir sakınca var mı bilmiyorum. Tabii programda hangi filmlerin yer alacağıyla ilgili olarak seyircinin kafasındaki algı da değişebilir. Zor izlenen filmler diye düşünüp bir süre sonra gitmeyebilir, veya bir cazibe de yaratabilir. Sonuçta bu da bir gösterim modeli.Ama çok desteklediğim bir proje.
Şimdi konuşurken aklıma geldi. Filmin ismi Yozgat Blues, ama şehre pek dokunmamışsınız, daha çok kapalı mekanlarda geçiyor. Bunu özelikle mi tercih ettiniz? Bir de kışa evrilmiş bir depresyonik hava vardı filmde, bu da mı tercih…
Coşkun: Şehre dair oldukça cimri bir tavrı var filmin. Onu da bilerek yaptığımı söyleyebilirim. Bir şehir panoraması vermek yerine filmin duygusunun peşinden gitmeyi tercih ettim. Şehir karakterlerin arkasından gözüktüğü kadar var. Oradaki hayatı daha fazla öne çekmek istedim. Depresyonik havaya gelince; aslında Yozgat’ın kışı daha karlı olur, orada şarkıda da geçen bir sonbahar havası, bir pastırma yazı sıcaklığı aslında. Kış ortasında yaz gibi… Evet duygular açısından da öyle diyebiliriz. Adamın yaşadığı yaşlılığı kış olarak değerlendirirsek, yaşlılığa giderken yaşadığı küçük bir dönem yani. Biraz öyle çağrışımları olsun diye düşündüm.
Röportaj: Banu Bozdemir
Banu Bozdemir: Bildiğimiz kadarıyla mesleklerinizden biri doktorluk. Biz sizi Uzak’ta tanıdık ama sizin sanat ve sinema ile kesişmeniz ilk nasıl, ne şekilde başladı?
Ercan Kesal: Benim sanatla ilk temasım “okumak”la başlamıştır. Kitap okumak; ama ne bulursam okumak. Yaratıcılık anlamında ise “yazmak” olmuştur. 1980’li yıllarda, Tıbbiyede öğrenciyken, İzmir’de yayımlanan bir edebiyat dergisinde yayımlanan ilk şiirimle başladı. Sonraki yıllarda da şiir ve deneme hep yazdım ve değişik dergilerde yayımlandı bunlar. Sinemaya da ”yazarak” girdim bence. Üç Maymun‘da olma sebebim senaristliğimdir. Oyunculuğum ise filmin cast aşamasında teklif edildi, baştan öyle bir niyet ve beklenti yoktu.
Sizi en son Yozgat Blues’da izledik, performansınızdan dolayı sizi tebrik etmek isteriz. Yozgat Blues’taki Yavuz’un dünyasını kısaca nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir büyüme hikayesi olarak okuyabilir miyiz sizce bu yaşananları?
Kesal: Yavuz, sessiz, içe dönük, pek kıymet verilmeyen bir müziğin peşine düşmüş, kendine özgü bir ahlak anlayışı olan silik bir karakter. Bana göre bir “Oblomov.” Etrafında olup bitenin farkında ama, ona müdahale etmeyi, değiştirmeyi hiç düşünmüyor. Yazgısının sonunu sessizce bekleyen, melankolik bir geç ergen… Senaryoyu okuduğumda tabii ki kafamda bir “Yavuz” karakteri canlanmıştı. Yönetmenle konuşarak iyice yerine oturdu bu. Ama, çekim boyunca, setin ilhamıyla da gelişip, olgunlaşan bir süreçtir bu… Tarkovski, kendisi için makbul oyuncunun, “senaryoda yazılmayanı da oynayan oyuncu” olduğunu söyler. Elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım.
Sizin bakışınıza göre Yavuz’un hayatı neden tek şarkıyla sınırlıymış gibi?
Kesal: Yavuz, o tek şarkıya “tüm hayatın anlamını” taşıyormuş gibi bir önem atfetmiş. Öylesine tuhaf ve hastalıklı bir tutku. Etrafındakilerin ne dinledikleri, nasıl tepki verdikleri pek umurunda değil. O, “müziğini yapıyor!..” Yaşamındaki tüm soruların cevabını, başarısızlıklarını, hayal kırıklıklarını, olmayan aşklarını vs. hepsini “L’ete Endien” ‘in mısralarına yüklemiş. Bütün soruların cevabını orada bulmuş gibi…
2008’den beri yoğun şekilde sinema filmlerinde görüyoruz sizi, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da’da filmlerinin senaryosuna Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan ikilisiyle beraber imza attınız. Şimdi de kendi geçmişiniz ile bugünümüzü kurguladığınız kitabınız çıktı. Edebiyat/yazmak oyunculuğunuzu bütünleştiriyor mu? Ya da ağır basan var mı? Nasıl bir yolculuk bu, nereye doğru gitmek istiyorsunuz, senaristlik, oyunculuk, yazarlık…
Kesal: Okuduğum için yazabiliyorum; yazdığım için de oynuyorum. Oyunculuğumun beğenilmesinin, sahiciliğinin öne çıkartılmasının sebebi, okuduğum ve gözlemlediğim hayat hikayeleridir. Sadece senaryolarımda değil, tüm hikayelerimde de kahramanların diyaloglarını, ilişkilerini, onları kafamda “oynatarak” yazıyorum. Demin de söylediğim gibi, benim sinemaya olan heves ve tutkum öteden beri olagelen bir şeydi. Tabii ki sinema yapmak istiyordum, lakin “yönetmen” olarak. Ama senarist olarak girdim, oyuncu olarak da devam ediyorum. Gitmek istediğim yer başından beri hiç değişmedi: “yönetmenlik.”
Kitabınızda yer verdiğiniz pek çok biyografik öykü sanki ayrı ayrı birer film malzemesi. Senaryolaştırmayı düşündüğünüz başka yaşanmışlıklar var mı?
Kesal: Sanatçı belleğinden beslenir. Daha çok da çocukluğundan. En saf ve kristalize dönem çocukluktur çünkü. Hikayelerimin hepsi de yüzde yüz gerçektir, lakin tarafımdan kağıda dökülürken sahiciliğine hiç dokunulmadan yeniden kurgulanmıştır. Bu yüzden “anı” değil, “öykü” kitabıdır. Tüm hikayelerimi “alışılmış bir tarzda okunsun” diye değil, ”seyredilsin” diye yazdım. Senaryolaştırmayı düşündüğüm başka hikayelerim var ve hep olacak. Hayat devam ediyor çünkü…
Bugüne kadar en keyifle oynadığınız, en içselleştirdiğiniz rol hangisi?
Kesal: Tayfun Pirselimoğlu’nun yazdığı ve çektiği, ‘Ben O Değilim‘ filmindeki Nihat karakteri… 2014 yılında seyredeceğiz zannederim.
Geçtiğimiz günlerde TV’de yayınlanan Ben de Özledim adlı dizide konuk oyuncuydunuz. Nasıl geçti, nasıl bir deneyimdi? TV dizilerine bakışınız nasıl?
Dizilerde oynamıyorum. Bana göre değil. Hızlı ve tüketen bir yanı var. Onur’u (Ünlü) çok severim. Arayıp, bir bölümde “doktor” rolünde gözükmemi isteyince hiç itiraz etmedim. İnşallah diziye ve ekibe olumlu bir katkım olmuştur…
Sırada yeni bir proje var mı?
2014 yılı “kendi filmimle” uğraşacağım bir yıl olacak inşallah…
Teşekkürler…
Röpörtaj: Melis Z. Pirlanti & Duygu Kocabaylıoğlu
Kaynak: Beyazperde.com