Söyleşi: Yozgat Blues

Bana göre yılın en iyi filmlerinden biri olan ve almadık ödül bırakmayan Yozgat BluesBaşka Sinema kapsamında yarın vizyona giriyor. Beyazperde.com‘dan Banu BozdemirMelis Z. Pirlanti ve Duygu Kocabaylıoğlu‘nun* ortaklaşa gerçekleştirdikleri Mahmut Fazıl Coşkun ve Ercan Kesal röpörtajlarını aşağıda okuyabilirsiniz. Keyifli okumalar.

* Bozdemir Coşkun’la, Pirlanti ve Kocabaylıoğlu ise Kesal’la söyleşi yaptı.

Image

Banu Bozdemir: Yozgat Blues’u ikinci kez izledikten sonra tersine bir taşra hikayesi olarak gördüm meseleyi, genelde taşra hikayelerini kasabalara gidip yoklamayı seviyoruz. Siz oradaki var olma halini güçlendirmişsiniz, romantizmin aksine gerçekçilik var. Bu durumda sizin taşrayı nasıl algıladığınızı sormak istiyorum…

Mahmut Fazıl Coşkun: Şöyle bir şey yapmak istedim aslında taşrayla ilgili. Şu an “yeni taşra” diye bir şey var ve ben onun bu filmle tespitini yapmaya çalıştım ama tamamen bu tezle yapılmış bir film değil. Aslında eskiden tüm toplumlar köylü toplumlardı. Tarım toplumuydu. Avrupa’da sanayileşmeyle birlikte şehirleşmeye başladı, tarım toplumundan koptuk. Bununla birlikte hayat tarzları da değişmeye başladı. Şehir ve köy kavramları daha netleşmeye başladı, fabrikalar ve bununla birlikte işçi sınıfı ortaya çıkmaya başladı. Hayat apartmanlara taşındı vs… Türkiye’de ise ona özenen, burada yeni bir hayat tarzı var diyen, sanayi toplumuna geçişi yaşamadan sadece hayat tarzına bakarak uygulamaya çalışan bir tarz oldu. Dolayısıyla bizim taşra-şehirli ayrımında tuhaflıklar çıkmaya başladı. Yozgat mesela bir tarım bölgesi. Ama bir şehir hayatı özentisi var, batıda işçi sınıfının yaşadığı gibi apartmanlar yapılıyor ve bu batılı ve modern hayat tarzı gibi algılanıyor. Yer sofrasında yiyecekken masada yiyorlar ve bunun hiçbir gerekçesi yok. Batıda bunlar hep bir gerekçeyle yapılmış. Biz ise görerek ve kopyalayarak yapmaya çalışıyoruz. Benim taşrayla ilgili söylemek istediğim şey biraz bu. Türkiye’den ya da Yozgat’tan bahsedersek biraz böyle bir tablo görüyorum ben. Ortaya çıkan tuhaflık hoşuma gidiyor.

Image

 Yozgat benim için ya da birçok kişi için diplerde sanki, çok öne çıkmayan bir şehir, kaybolmuş gibi, bu filmle sanki öne çıktı. İyi oldu sanki, sizin için de öyle mi?

Coşkun: Ben tabii çok öyle düşünmedim ama belki de gerekiyordu. Evet unutulmuş bir yer Yozgat, mahrumiyet bölgesi gibi biraz. İnsanlarının kendine has komik bir mizah anlayışının olduğunu düşünüyorum. Çünkü başka yerlere gittiğimde o kadar gülemiyorum. Garip bir kafaları var, orası kesin. (Gülüşmeler) Ama çözemedim ben de. Onun dışında mahrumiyet bölgesi çok net, bazı komplo teorilerine göre bilerek mahrum bırakıldığı falan da söyleniyor, isyanla bağlantılı olarak. Bir yandan devletçi ve milliyetçi de bir yer. Ama gördüğüm kadarıyla gelişmeye çok açık olmayan da bir yer. Bir zenginlik de yok, kendi içinde kalmış gibi…

Image

 Şimdi filmde kadın egemen bir dünya mı var, aslında kadın adamın peşine takılıyor ve bir şekilde var olma yolunu buluyor kasabada. Kadına güç katmışsınız ama bazı erkek izleyiciler kadın düşmanı olarak da yorumladılar filmi. Tersini iddia ettik tabii ama yine de bu konuda sizin düşünceniz?

Coşkun: Bir karakterin iyi ya da kötü olmasından yola çıkarak bir film yargılanabilir mi? Diyelim ki erkek karakter kötü, o zaman film erkek düşmanı mı olacak? Bunları takmıyorum ve karakter odaklı görüyorum. Kadın olduğu için bunları yapmıyor ki, pragmatist birisi olarak görüyorum ben onu. Varoşta yaşadığı, gördüğü, büyüdüğü o kadar belli ki… Tabii ben de bu konuda biraz düşündüm, kötülük mü yapıyor diye ama aslında yapmıyor, kendi istediği, inandığı gibi yaşıyor. Kızın açısından değil ama kendi adına satılmışlık duygusu yaşıyor Yavuz. O da onun aşırı naifliğiyle ilgili. Dünyayı algılayış biçimiyle ilgili ve ben o karakteri kötü bile bulmuyorum. Kadın egemen, kadın düşmanı gibi tespitleri doğru bulmuyorum, daha da kötü olabilir yani karakter. Başka filmler için de duyuyorum ve bu bana ilginç geliyor. Bizde böyle bir takıntı var.

Image

 Altın bamya tipleri seçiyoruz ya da cinsiyetçilikle suçluyoruz çok çabuk…

Coşkun: Evet. Film bilerek faşist zihniyetli bir film olabilir ya da yönetmen. Ama filmde kötü bir kadın var ya da maço erkek. Bunlar bana çok sağlıklı değerlendirmeler olarak gelmiyor.

Yavuz Bey, Neşe’ye herhangi duygusal bir şeyler hissetmeye başlıyor mu? Hafif gerilimli buldum oraları…

Coşkun: Bu arada Yavuz Bey demeniz çok hoş, herkes Yavuz diyor. (Gülüşmeler) Yok, bence ikisinin dünyaları çok ayrı. Kadın çok net koyuyor tavrını ama adam hissediyor olabilir.

Image

 Filmin yerel tiplemeleri çok iyi, onlar ön plana çıktı. Berber ve radyocu şair. Her şeyiyle kendini yaşadığı kasabaya adamış insanlara rastlarız, onları filmde kullanmak hem de ön planda ve iyi bir biçimde kullanmak, biraz bundan bahsetsek… 

Coşkun: Ben berber Sabri’nin ana karakterlerden biri olduğunu düşünüyorum. Şair Kamil gibi karakterler ise çok vardı etrafımda. Radyocular, edebiyat dergilerinde şiir yayınlamak isteyenler, yayınlayanlar. Onlarla olan temaslarım sonucunda doğdu. Yavuz ve Kamil aslında aynı tiplemeler. Biri şehirli biri de taşra versiyonu gibi. Çok da rastgele düşünülmedi aslında, bunu vermek için düşünmüştüm.

Image

 Filmde şehirde tutunamayanların taşrada tutunması hali var, tabii özelikle de Neşe için. Taşraya dönüş, taşranın aslında çok boş değil de tutunalası yerler olabileceği mi?

Coşkun: Taşranın şehirlerin varoşlarına benzediğini, o yüzden sanayi toplumu olmadan böyle bir modernleşme çabasına girmesi ve taşranın bir varoşa dönüşmesi gibi okudum başta da söylediğim gibi. Tarım toplumu sanayi toplumu gibi yaşamaya çalışıyor bunun uyumsuzluğu diyelim, buradan çıkan saçmalıklar. Dindar bir iktidar olunca tekrar muhafazakarlaşma. Tarım toplumu daha dindardır ama biz de şehir hayatı yaşamayan çalışan muhafazakarlar oluşmaya başladı. Üst üste eklemlenmiş birkaç saçmalığı birden yaşıyormuş gibi geliyor.

Image

 Kadının yolunu çizme aşamasında çabuk karar vermesi konusundaki düşünceleriniz, biraz da farklı bir şekilde kadının orada yerleşmesini sağlıyorsunuz, aslında kadından beklentimiz az ama…

Coşkun: Varoşta yaşayan insanların çoğu bir çıkış arıyor. İnsanlar büyük şehirde ezilmeyi göze alıyor çünkü bir gün bir şey olurum diye düşünüyor. Şehrin çeperlerinde yaşayan insanların hayali yırtmak, dahil olmak. Herkesin derdinin kendi başarı hikayesini yaratmak olduğunu ve ülkenin çoğunluğunun böyle olduğunu düşünüyorum. Neşe arıyor, deniyor ama müzik falan da değil, olmuyor. Bir şekilde pes ediyor. Ama Sabri’yle denk düşüyorlar.

Neşe’nin oynadığı karakter fazla gerçekçi, hiç karton değil. Hiç ara bir tipleme değil, onu nasıl yedirdiniz filmin içine? 

Ben Ayça’nın suratını seviyorum, çocuksu bir ifadesi var. Bize dayatılan güzellik anlayışıyla uyumlu değil, diğer türlü olsa yırtar zaten bir şekilde. Öyle olmadığı için bunun daha inandırıcı olduğunu düşündüm.

Image

 Filminizdeki üç erkek oyuncuyla (Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak, Tansu Biçer) son dönemlerdeki filmlerde de çok karşılaşmaya başladık, özellikle de Ercan Bey’le. Bunun bir dezavantaj olduğunu düşünüyor musunuz?

Coşkun: Benimki tesadüf oldu, senaryo yazmaya başlamam filmin çekiminden bir buçuk yıl önceydi. O zaman Ayça, Nadir ve Tansu ile anlaşmıştık biz. Senaryo biraz onlara göre yazıldı. O zaman Nadir birkaç filmde, Tansu da Onur Ünlü‘nün filmlerinde oynamıştı sadece. Onların popülariteleri arttı. Sakıncası yok, bunu da onun için söylemiyorum, bu kadar çok filmde oynamış olsalardı o zaman tekrar düşünebilirdim, oynatayım mı diye… Ben onların yeni kuşak iyi oyuncular olduğunu düşünüyorum ve herkes de onları tercih ediyor. Oyuncu kariyeri başka bir şey gerçekten de.

Image

 Peruğun bir erkeğin dünyasına, filmin gidişatına kattığı anlamı sizden dinlesek… Yaşlanmak, iç dünyasıyla hesaplaşmak, ona yüklediği anlam çok yani…

Coşkun: Evet öncelikle adamın yaşlanmaya direnişi, genç kalmaya çalışması ama biraz da yaptığı meslekle ilgili. Sahne sanatçıları, kendilerini öyle adlandıranlar genelde peruk takarlar. Onlar için çok önemli ya da siyaha boyatırlar. Gençlik çok önemli, bir de söyledikleri şarkı pop falan olunca daha da önem kazanıyor. Gençlik takıntısı ve gençliğe hitap etme arzusu oluyor, bir de kendilerini fiziksel olarak beğeniyorlar.

Müzikte arada kalmaya denk düşüyor herhalde…

Evet o da bir yerde takılmış işte. Bir gün çok popüler olacağım, yırtacağım kaygısı ve zamanı durdurmaya çalışması ama bir yerden sonra umudunu kaybediyor o da…

Image

 Ülkemizde film çekmenin kolay olduğu söyleniyor, ikinci filminizi çektiniz ama neler yaşadınız, süreç nasıl ilerliyor? Kolay mı?

Coşkun: Çok kolay değil, birincisi iyi bir film yapman için düşünmen gerekiyor, iyi yazılmış olması lazım. Diğer taraftan da yapım süreci, yani maddi sürecin kotarılması lazım. Onlar da uzun ve sancılı süreçler. Ticari filmler olmadığı için zaten yapımcı aramıyoruz. Dolayısıyla uzuyor, bazen bulunamıyor da. Projeler kalıyor raflarda.

Kültür Bakanlığı’nın da kısıtlamaya gittiği söyleniyor…

Ben bilmiyorum ama başvuran projeler artmış olabilir. Çünkü film yapan sayısı arttı.

Image

 Fazla film çekilmesi konusundaki düşünceleriniz nedir?

Coşkun: Benim bu konuda hiçbir rahatsızlığım olamaz. Ama şu bir gerçek: iyi film çok olmayacaktır. Öyle sürprizler olabilir ki bizi de şaşırtabilir. Çok sayıda olmasının bir sakıncası yok ama çekenlerin iyi düşünmesi gerekiyor.Pahalı bir yatırım, çok emek veriliyor.

Başka Sinema ve çeşitli gösterim olanakları da oluşmaya başladı yavaştan. Salon sıkıntısı yaşatabiliyor çok film olması bir yandan da. Bağımsız film çekenlerin handikapı sanki bu, festivallerde ödüllere boğulup vizyonda önlerinin tıkanması…

Coşkun: Zamanla dengeye gelebilecek bir durum o. Benim iki tecrübem oldu. Uzak İhtimal‘de böyle bir sıkıntı hiç yaşamadım. Yozgat Blues’da da Başka Sinema devreye girdi. Zaten ben şunu fark etmiştim ilk filmimin zamanında: Ticari film diye bir şey var bunlar yatırımcı filmleri. Seyirciye hitap eden ve onların nabzını tutan filmler yapıyorsunuz, para yatırıyorsunuz ve o paranın kısa zamanda dönmesi lazım. Bizim yaptığımız ise zamana yayılan, büyük emek harcanan, uzun uzun düşünülen ve parası da zar zor toplanan filmler. Gişede seyirciyi çok cezbetmeyecek filmler, çünkü o hesaplar yapılmıyor. Bu filmlerin aynı kulvarda, aynı şekilde dağıtılmasının mümkün olmadığını hep düşünmüştüm. İkisinin hitap ettiği şey farklı. Başka Sinema’yı dinlediğimde çok sevindim. Demek ki başkaları da aynı şeyi düşünüyormuş diye… Yeni başladı, iyi de gittiğini duyuyorum.

Image

 Sanki biraz festival havasında algılanıyor deniyor…

Coşkun: Evet seyirci öyle algılıyor, festival programı gibi bakıyor ama bunda bir sakınca var mı bilmiyorum. Tabii programda hangi filmlerin yer alacağıyla ilgili olarak seyircinin kafasındaki algı da değişebilir. Zor izlenen filmler diye düşünüp bir süre sonra gitmeyebilir, veya bir cazibe de yaratabilir. Sonuçta bu da bir gösterim modeli.Ama çok desteklediğim bir proje.

Şimdi konuşurken aklıma geldi. Filmin ismi Yozgat Blues, ama şehre pek dokunmamışsınız, daha çok kapalı mekanlarda geçiyor. Bunu özelikle mi tercih ettiniz? Bir de kışa evrilmiş bir depresyonik hava vardı filmde, bu da mı tercih…

Coşkun: Şehre dair oldukça cimri bir tavrı var filmin. Onu da bilerek yaptığımı söyleyebilirim. Bir şehir panoraması vermek yerine filmin duygusunun peşinden gitmeyi tercih ettim. Şehir karakterlerin arkasından gözüktüğü kadar var. Oradaki hayatı daha fazla öne çekmek istedim. Depresyonik havaya gelince; aslında Yozgat’ın kışı daha karlı olur, orada şarkıda da geçen bir sonbahar havası, bir pastırma yazı sıcaklığı aslında. Kış ortasında yaz gibi… Evet duygular açısından da öyle diyebiliriz. Adamın yaşadığı yaşlılığı kış olarak değerlendirirsek, yaşlılığa giderken yaşadığı küçük bir dönem yani. Biraz öyle çağrışımları olsun diye düşündüm.

Röportaj: Banu Bozdemir

Image

 Banu Bozdemir: Bildiğimiz kadarıyla mesleklerinizden biri doktorluk. Biz sizi Uzak’ta tanıdık ama sizin sanat ve sinema ile kesişmeniz ilk nasıl, ne şekilde başladı?

Ercan Kesal: Benim sanatla ilk temasım “okumak”la başlamıştır. Kitap okumak; ama ne bulursam okumak. Yaratıcılık anlamında ise “yazmak” olmuştur. 1980’li yıllarda, Tıbbiyede öğrenciyken, İzmir’de yayımlanan bir edebiyat dergisinde yayımlanan ilk şiirimle başladı. Sonraki yıllarda da şiir ve deneme hep yazdım ve değişik dergilerde yayımlandı bunlar. Sinemaya da ”yazarak” girdim bence. Üç Maymun‘da olma sebebim senaristliğimdir. Oyunculuğum ise filmin cast aşamasında teklif edildi, baştan öyle bir niyet ve beklenti yoktu.

Image

Sizi en son Yozgat Blues’da izledik, performansınızdan dolayı sizi tebrik etmek isteriz. Yozgat Blues’taki Yavuz’un dünyasını kısaca nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir büyüme hikayesi olarak okuyabilir miyiz sizce bu yaşananları?

Kesal: Yavuz, sessiz, içe dönük, pek kıymet verilmeyen bir müziğin peşine düşmüş, kendine özgü bir ahlak anlayışı olan silik bir karakter. Bana göre bir “Oblomov.” Etrafında olup bitenin farkında ama, ona müdahale etmeyi, değiştirmeyi hiç düşünmüyor. Yazgısının sonunu sessizce bekleyen, melankolik bir geç ergen… Senaryoyu okuduğumda tabii ki kafamda bir “Yavuz” karakteri canlanmıştı. Yönetmenle konuşarak iyice yerine oturdu bu. Ama, çekim boyunca, setin ilhamıyla da gelişip, olgunlaşan bir süreçtir bu… Tarkovski, kendisi için makbul oyuncunun, “senaryoda yazılmayanı da oynayan oyuncu” olduğunu söyler. Elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım.

Image

 Sizin bakışınıza göre Yavuz’un hayatı neden tek şarkıyla sınırlıymış gibi?

Kesal: Yavuz, o tek şarkıya “tüm hayatın anlamını” taşıyormuş gibi bir önem atfetmiş. Öylesine tuhaf ve hastalıklı bir tutku. Etrafındakilerin ne dinledikleri, nasıl tepki verdikleri pek umurunda değil. O, “müziğini yapıyor!..” Yaşamındaki tüm soruların cevabını, başarısızlıklarını, hayal kırıklıklarını, olmayan aşklarını vs. hepsini “L’ete Endien” ‘in mısralarına yüklemiş. Bütün soruların cevabını orada bulmuş gibi…

Image

 2008’den beri yoğun şekilde sinema filmlerinde görüyoruz sizi, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da’da filmlerinin senaryosuna Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan ikilisiyle beraber imza attınız. Şimdi de kendi geçmişiniz ile bugünümüzü kurguladığınız kitabınız çıktı. Edebiyat/yazmak oyunculuğunuzu bütünleştiriyor mu? Ya da ağır basan var mı? Nasıl bir yolculuk bu, nereye doğru gitmek istiyorsunuz, senaristlik, oyunculuk, yazarlık…

Kesal: Okuduğum için yazabiliyorum; yazdığım için de oynuyorum. Oyunculuğumun beğenilmesinin, sahiciliğinin öne çıkartılmasının sebebi, okuduğum ve gözlemlediğim hayat hikayeleridir. Sadece senaryolarımda değil, tüm hikayelerimde de kahramanların diyaloglarını, ilişkilerini, onları kafamda “oynatarak” yazıyorum. Demin de söylediğim gibi, benim sinemaya olan heves ve tutkum öteden beri olagelen bir şeydi. Tabii ki sinema yapmak istiyordum, lakin “yönetmen” olarak. Ama senarist olarak girdim, oyuncu olarak da devam ediyorum. Gitmek istediğim yer başından beri hiç değişmedi: “yönetmenlik.”

Image

Kitabınızda yer verdiğiniz pek çok biyografik öykü sanki ayrı ayrı birer film malzemesi. Senaryolaştırmayı düşündüğünüz başka yaşanmışlıklar var mı?

Kesal: Sanatçı belleğinden beslenir. Daha çok da çocukluğundan. En saf ve kristalize dönem çocukluktur çünkü. Hikayelerimin hepsi de yüzde yüz gerçektir, lakin tarafımdan kağıda dökülürken sahiciliğine hiç dokunulmadan yeniden kurgulanmıştır. Bu yüzden “anı” değil, “öykü” kitabıdır. Tüm hikayelerimi “alışılmış bir tarzda okunsun” diye değil, ”seyredilsin” diye yazdım. Senaryolaştırmayı düşündüğüm başka hikayelerim var ve hep olacak. Hayat devam ediyor çünkü…

Image

 Bugüne kadar en keyifle oynadığınız, en içselleştirdiğiniz rol hangisi?

Kesal: Tayfun Pirselimoğlu’nun yazdığı ve çektiği, ‘Ben O Değilim‘ filmindeki Nihat karakteri… 2014 yılında seyredeceğiz zannederim.

Geçtiğimiz günlerde TV’de yayınlanan Ben de Özledim adlı dizide konuk oyuncuydunuz. Nasıl geçti, nasıl bir deneyimdi? TV dizilerine bakışınız nasıl?

Dizilerde oynamıyorum. Bana göre değil. Hızlı ve tüketen bir yanı var. Onur’u (Ünlü) çok severim. Arayıp, bir bölümde “doktor” rolünde gözükmemi isteyince hiç itiraz etmedim. İnşallah diziye ve ekibe olumlu bir katkım olmuştur…

Sırada yeni bir proje var mı?

2014 yılı “kendi filmimle” uğraşacağım bir yıl olacak inşallah…

Teşekkürler…

Röpörtaj: Melis Z. Pirlanti & Duygu Kocabaylıoğlu

Kaynak: Beyazperde.com

Söyleşi: Ayşe Şule Bilgiç

Beyazperde.com‘da yapılan röpörtajları kopyala-yapıştır yöntemiyle sizlerle buluşturmaya devam ediyorum. Banu Bozdemir‘in yaptığı Can KılcıoğluSerdar Orçin ve Altan Dönmez röpörtajlarından sonra şimdi de, Melis Z. Pirlanti‘nin bu Cuma vizyona girecek olan Ayas‘ın yaratıcısı Ayşe Şule Bilgiç ile Düşyeri‘nde yaptığı söyleşiyi okuyacaksınız. Buyursunlar…

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Şu anda Düşyeri’ndeyiz. Herkesin bildiği ve sevdiği Pepe karakterinin yaratıcısısınız Ayşe Hanım, Düşyeri ile birlikte. Pepe’den sonra şimdi bir sinema filmi olan Ayas’la karşımızdasınız. Önce biraz Düşyeri’nden bahsedelim mi?

Ayşe Şule Bilgiç: Tabii, Düşyeri bundan beş yıl önce çizgi film konusunda faaliyet göstermek için, daha da doğrusu Türkiye’de çizgi filmi var etmek için kuruldu. Bu benim düşümle başlayıp onlarca yol arkadaşımın düşü haline geldi. Bu noktaya tek başıma gelmedim tabii, keza Kıraç’ın da her anlamda büyük katkısı oldu. Biz Türkiye’de Türk çizgi filminin eksikliğini hisseden bir ekiptik. Çizgi film konusunda ciddi eğitim almış sanatçı arkadaşlarımızla beraber, neden Türkiye’de böyle bir sektör yok, neden yapılamıyor, neden birim kültürümüze ait ürünler çıkmıyor diye hayıflanarak yola koyulduk. Bunların çok önemli sebepleri var, Türkiye’de çizgi film yapmayı ilk biz akıl etmedik tabii ama özellikle 5 yıl öncesinde bütün istatistikleri önünüze koyduğunuzda Türkiye’de çizgi film yapılmamasını söylüyordu bütün veriler.

Teknik anlamdaki eksikler mi?

Yetişmiş insan yok yeterli, altyapı yok, nasıl yapılır diye yeterli bir “know how” yok.

Eğitim de yok pek galiba?

Eğitim var, ama çok kısıtlı tabii. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde 15 yıldır yılda 15 mezun veren bir çizgi film bölümü var. Yılmaz Büyükerşen’in 15 yıl önce bir gün çizgi film yapılacak ve Eskişehir’de kurduğu bir bölüm, inanılmaz yetenekli çocuklar yetişiyor. Tüm bu yokluk içinde bugüne kadar kimsenin çizgi filme yatırım yapmaması çok mantıklı. Hasbelkader bir çizgi film ürettiniz, bunun yayıncısı yok, bir pazar, bir sektör diyebilmemiz için üreticisi alıcısı toptancısı olan bir pazardan bahsedemiyoruz.

GörselMelis Z. Pirlanti: Televizyon aslında böyle ürünleri bekleyen ve buna açık bir mecra değil mi?

Ayşe Şule Bilgiç: Evet ama ekonomik olarak mümkün değil. Bu kadar yıl bu işi yapıp, rakam vermeyeyim, 1 birime ürünü verirken ve dünya markası bir ürüne bunu verirken siz burada Türkiye’de benzer bir ürünü ürettiğinizde, zaten üretim süreçlerinde sıkıntı var, çok pahalı, bir de dünyaya açılabileceğimiz bir pazar olmadığı için tek bir yayıncıya yüklediğinizde bunu, o dünya devinin 1 birime verdiği ürünün aynısını sizin 150 birime vermeniz gerekiyor, bu da yayıncıya mantıksız geliyor. Kağıt üzerinde bu böyle. Ama biz Pepee’yle bu anlamda bir imkansızı başardık. 1 birime alınan ürünlerin yanına Pepee’yi de koyduk, 150 birime satamadık belki ama hep başka umutlarımız vardı, finansmanının başka yerlerden sağlanabileceğine dair düşüncelerimiz ve inancımız vardı, onun için biz, tüm istatistikler bu işe girme dese de, girdik. Biz belki 10 birim para aldıysak da kalan maliyetlerimizi, ekmeği taştan çıkarmak gibi, dergisiyle, diğer ürünleriyle, oralardan çıkarttık. Çünkü Pepee sevildi. Düşyeri bugünlere büyük mücadelelerle geldi, ama bugün Türkiye’nin çizgi film konusunda en büyük markası. Pepee’den sonra yapacaklarımız çok önemliydi, Pepee’nin bir tesadüf olmadığını ispatlamalıydık.

Bazı araştırmalar mı sizi bu noktaya getirdi, Pepee’nin bu kadar tutacağını nasıl öngördünüz?

Aslında kendi hayat tecrübemize ve Türk halkına güvenle ilgili, çünkü böyle bir eksiğin olduğunu görebiliyorduk, ben de bir anneyim. Tabii ki bir riskti bir yandan, o iletişimi Pepe seyirciyle kuramayabilirdi. Çok çalıştık. Biz kendi çocuğumuza izletmeyeceğimiz, yedirmeyeceğimiz, giydirmeyeceğimiz hiçbir ürüne de Pepe adını vermedik. Ticari olarak lehimize olacak durumlarda bile bu seçiciliği koruduk.

Özellikle gıda riskli değil mi, bir güven oluşturuyorsunuz.

Tabii ki. Belgelerini isteyerek, mesela süt çıktı, kakaolu değil de çikolatalı süte verdik, daha sağlıklı olduğu için. Tekstil ürünlerinde de Taç, Zorlu gibi iyi firmalarla yanyana geldik.

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Bu söylediğiniz önemli, çünkü Pepee’nin adını alan çok fazla ürün var, bunu bilinçsizce yapılış bir pazarlama tekniği olarak da görenler olabilir, işin bu kısmının altını çizmekte yarar var.

Ayşe Şule Bilgiç: Hala öyle düşünenler olabilir, vicdan muhakemesi yaptığımızda biz çok huzurluyuz. Pepee‘den elbette çok para kazandık ve bu paranın büyük bir kısmı Pepee’nin yapım maliyetlerine gitti, çünkü anlattığım gibi  kanaldan aldığımız para yapım maliyetlerini karşılamıyordu,  artıya geçtiğimiz noktada da ikinci projeyi devreye soktuk. Hep bir döngünün içinde çizgi filmi varetmeye uğraşıyoruz. Yabancı çizgi filmlere, o kültürlere, alternatif kendi kültürümüzü de katabilme, çok eğlendirme ama eğlendirirken küçük de olsa hayata dair hazırlıklı olabilecekleri bilgiler eklemek gibi kaygılarımız var. Çıkış noktamız ticari kazanç olsaydı en baştan çizgi film yapmazdık. Bütün rakamlar yapma diyordu zaten!

Gülüşmeler…

Peki sinemaya geçişte neden Pepe ile başlanmadı, sanki öyle bir düşünce vardı başta?

Pepee’nin ekibi Pepee’nin bölümlerini yapıyordu, biz ise Ayas’a 3 yıl önce başladık. 5 yıldır çizgi film ar-gesi yapıyoruz. Ar-ge yatırımımızı Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ne yaptık. O okulda, Teknokent’in içinde ar-ge departmanı kurduk. Dünyayla rekabet edebilecek koşulları gerçekleştirmemiz gerekiyordu, önce kendimiz öğrenmeliydik, önce bu pazara sonra dünya pazarına açılacak çizgi filmler üretmeliydik. 5 yıldır bunun know how’ını yapıyoruz ve Pepee 5 yıldır hayatımızda ama 2.yılına geldiğinde Pepee’nin yükselebileceği noktaları görüyorduk ve artık ikinci projeyi devreye sokmaya karar verdik. Pepee’de büyüttüğümüz çocuklara Pepee’nin senaryosu yetersiz gelmeye başladı. Onlara yeni bir proje yapalım dedik ve Ayas doğdu. Okul öncesi yaş grubunda iki karakter birbiriyle çarpışsa kahkahalar atılıyor ama biraz daha  üst grubu güldürmek istiyorsanız başka şeyler eklemelisiniz.

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Ayas, kaç yaşa hitap ediyor peki?

Ayşe Şule Bilgiç: Pepee’yi kapsıyor. Okul öncesini dışında bırakmadık ama üst yaş grup, 12 yaşına kadar çok rahatlıkla bağrına basacak. Sinema filmiyle aslında 7den 70’e herkesi kucaklayabilecek. Hedef kitle dar değil yani. İçinde hala çocukluklarını barındıran herkes keyif alsın amaç… Eğlenceli bir 82 dakika.  Biz aslında dizi olarak başladık Ayas’a da ama işte o bahsettiğim yokluk durumundan dolayı, TV’de sorun yaşadık. O zaman halkla yüzleşelim, sinemada direkt seyirciyle yüzyüze olalım dedik.  TV dizisi de olacak ama. Bilinirlik de olmuş olacak, şimdiden kanallar istiyor.

Ayas’ın yolu epey farklı olmuş, sinemada bir ilk aslında değil mi Türkiye’de?

Evet, Türk çizgi dizi filmi yapılabilir’e umut olmuştuk televizyonda. Bunu sinemada da yapmak istiyoruz. Sektörü varetmek için bunu yapmak istiyoruz. Ayas’ın getireceği iyi bir gişe, bir sürü yapımcıyı, yatırımcıyı çizgi sinema yapma konusunda teşvik edecek. Türkiye’de çizgi film sektörü sadece Düşyeri’nden ibaret olamaz, olmamalı da zaten. Ama bir öncü oluyor, yolları açıyoruz.

Melis Z. Pirlanti: İnternette filmin fragmanının altında yorumlar genelde hep merak dolu, kimisi aynı tv çizgi filmleri gibi olmuş sanki diyor, kimi çizimler fena olmamış gibi diyor, ama sonunda da bu bir ilk, bir bakalım görelim diyorlar. Beklentiler yüksek.

Ayşe Şule Bilgiç: Eleştirel bakan seyirciye şunu hatırlatmak isterim. Biz, Türkiye’de Ice Age (Buz Devri) ayarında çizgi film yapabiliriz. Teknik anlamda yapabiliriz, bunda sorun yok. Ama bir projenin yapılabilmesi ve sürdürülebilmesi için ekonomisinin doğru oturtulması gerekiyor. Ben bugün çok parası olan bir yatırımcısı ikna edeyim Buz Devri gibi bir proje yapmak için, örneğin 10 milyon dolar alayım birinden. Yaparız. Bu potansiyel bizde, Türkiye’de var ama pazar yok. Ice Age, 120-130 ülkeye satılıyor. 10 milyon dolar harcamak çok sıkıntı değil, katbekat geri geliyor. Bizim için bu mümkün değil ki. Türkiye’de Oyuncak Hikayesi (Toy Story)’nin yaptığı gişeye bakın mesela. 1,5 milyon. Hadi bizimki Türk diye 2,5 milyon izlenmiş olsun. Bunun getirisi hiçbir zaman 10 milyon dolar olmayacağı için devamını getiremeyeceğiz, çocuğu ölü doğurmuş olacağız. İnsanlar direkt  Ayas’la Oyuncak Hikayesi’ni karşılaştırınca, işte söyleyecek hiçbir şey kalmıyor, aslında gerçekler bunlar… Bir gün biz de o filmler ayarında projeler yapabilmek için o ilk adımları atıyoruz. 20 ülkeye satacağımız bir proje için başka teknikler ve yatırımlar yaparız, 50 ülke için başka…

Geçtiğimiz haftalarda Acemi Gladyatör (Gladiatori di Roma) filminin yönetmeni ile Skype röportajı yapmıştık, o kadar aynı yollar ki, hep bunlardan bahsettik biz de. Onlar da Winx Club’le başlıyorlar TV’ye ve sonra sinemaya odaklanıyorlar. İtalya, Amerika’ya nasıl boy ölçüşebiliriz ki derken onlar da pazarı açıyor ve şimdi Acemi Gladyatör Avrupa’da da Amerika’da da gösterime girebiliyor.

Aklın yolu bir işte. Olmayan bir pazar yaratmak, başka bir yolu yok. Tabii ki neden biz de yapmayalım bu örnekler de varken?

Elbette, bir de şu bilgiyi vermeniz çok değerliydi bence, teknik açıdan yapabiliriz, yani kendimizi küçümseyip de yok biz yapamayız noktasında olmamalıyız aslında, siz işin içinde olduğunuz için bize bunu söyleyebiliyorsunuz, bu çok önemli bence.

Onlarca film üretecek bir altyapımız yok belki ama doğru odaklanmayla, doğru bütçelerle, örneğin önümüzde 3-4 yılımız olup 10 milyon dolar bütçemiz olursa, elbette çok daha kaliteli işler çıkar. İngiliz bir yönetmen Eskişehir’de bizi ziyarete gelmişti, Pepe’yi gördü, çok beğendi ne kadar zamanda yapıyorsunuz dedi, bir bölümü 10 dakika ve 1 haftada yapıyoruz bunu dedik. Kim yapıyor dedi, 18 kişilik ekibi gösterdik. Adam şaşırdı bu kalitede proje, kaç dakika 10 dakika, ne kadar zamanda, 5-6 günde, imkansız, ya siz ingilizce bilmiyorsunuz ya da bana yalan söylüyorsunuz dedi. (Kahkahalar) Bizim özel bir know how’ımız var. Yurtdışını birebir örnek almadık.

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Ayas’ın senaryosu size ait, nasıl gelişti o karakter ve hikaye? İstanbul’u da içeren bir yapısı var sanırım, bahseder misiniz?

Ayşe Şule Bilgiç: Evet ilk defa mekan olarak bir çizgi filmde İstanbul’u kullandık. Biraz Ayas’ın İstanbul’u oldu, düşlediğimiz İstanbul. Ayas’ın yaşadığı yerden Ortaköy Camii de gözüküyor, Kız Kulesi de gözüküyor, Galata Kulesi de, Boğaz Köprüsü de, biraz ütopik bir konumlandırma. Çizgi filmin gücü bu tabii, düşümüzdeki İstanbul. Focus grup yapmıştık proje ilk şekillenmeye başladığında, çocukların geri dönüşleri hep onunla ilgili oldu, bizim yaşadığımız yerlere benziyor dediler. Ayas, aslında karakter olarak her Türk annesinin sahip olmak isteyeceği bir erkek çocuk oldu. Güzel çocuk, şirin çocuğu severiz ya, o tatlılığı yakalamak istedik.

Peki yaramazlık?

Meraklı diyelim. Bizim yaramazlık dediğimiz şey aslında bir çocukta olması gereken şey, hani hiperaktiviteyi saymıyorum ama uslu, her deneni yapan, hiçbir şeyi sorgulamayan çocuk olmamalı zaten. Uslu çocuk, meraklı, araştırmacı, deneyen, zaman zaman sınırları zorlayan, o da sınırları bilmeleri için gereklidir zaten, bir yaptığı hatayı bir daha yapmayan, kendini geliştiren, ifade eden çocuklar olmalı. Pepe’de de Ayas’ta da bu böyle. Planet Çocuk kanalında Leliko isimli bir filmimiz var, orada da çocuklar böyle. Uzmanlarla da görüştüğümüzde, ideal çocuk böyle olmalı diyoruz.

Konuşuyorsunuz değil mi pedagoglarla vs?

Tabii bizim kendi danışmanlık aldığımız profesyonel bir ekibimiz var, Pepee hiç meşhur değilken de, ben bir anneyim sonuçta, o hassasiyetle yaklaştım hep. Bilimsel bir altyapısı olup olmadığını araştırdık hep Pepe’nin başından beri tüm yaklaşımlarımızda.

Gerçek, canlı kanlı bir karaktermiş gibi…

Evet, Pepee de benim bir çocuğum, Ayas da öyle…

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Ayas ismi nereden geliyor? Çok aşina olduğumuz, Tolga, Can, Ali gibi bir isim değil, neden bunu seçtiniz?

Ayşe Şule Bilgiç: Alt metninde bu yaş grubuna bilginin en büyük güç olduğunu vurgulamak istedim, ilk amaç eğlenmek olsa da. İsim araştırması yaparken de bu alt metin aklımdaydı, bilgi cehaleti yok eder, karanlığı aydınlatır, gibi bir düsturumuz vardı, Ayas, “karanlığı aydınlatan ay ışığı” anlamına geliyor. Kendi kafamda böyle bir paralellik kurdum. Markalaşabilecek bir isim olduğunu da düşündüm.

Ayaz’la karışıyor biraz.

Evet, kendisi de kızıyor filmde, Ayaz değil benim ismim diye. Projenin içinde hep var bu.

Bunu projenin içine koymanız da iyi fikirmiş. Ekibi de merak ediyoruz. Siz yaratıyorsunuz, kafanızda bir karakter oluşuyor, ama çizilirken hani saçı böyle olsun, kıyafetleri şöyle olsun gibi kararları kimler alıyor?

Hep birlikte veriyoruz kararları ve danışarak yine. Amaca hizmet eden karakterler yaratıyoruz ve bilimsel verilerle ilerliyoruz. Ayas’ı oluştururken çizerken de belki 2500 tane karakter çizildi, önce yakalayamadık ama bir çizgi bile bize yol gösterdi, şunun gözü gibi, bunun kaşı gibi. Ben çizim yapmıyorum. Kreatif arkadaşlarımla konuşuyorum. En zor kısmı bu, belki 8-9 ay sürmüştür, sırf Ayas’ın çıkması. En son sevgili Emre Konyalı ile tam artık karakteri bir türlü bulamayıp gerildiğimiz bir zamanda kendisi bir karakter çizmiş, bunu Ayşe Hanım’a göstermeyin demiş. O gün ben de tesadüfen masasının üstünde gördüm karakteri, bu nedir dedim,  çok güzel bu dedim, ben onu öylesine oyalanmak için çizmiştim dedi ve şaşırdı ama o eskiz üzerinden devam ettik. Saçıyla kıyafetiyle defalarca oynadık.  Sonunda oğlumuz bu dedik.

Yan karakterler?

Belki 130, belki 135 karakter var. Dizi filmdekileri de eklersem.

GörselMelis Z. Pirlanti: Hikayesinden de bahsedelim, Ayas nasıl bir hayatın içinde, neler yaşıyor?

Ayşe Şule Bilgiç: Ayas 5,5 yaşında, ilkokula başlamanın arifesinde. Evde çok sıkılan bir çocuk, günümüz teknoloji çocuğu tabii ki. Henüz bir bilgisayarı yok. Babası da bilgisayar mühendisi. Yakın akrabalarıyla aynı apartmanda oturuyorlar, kuzenler, halalar… O anlamda mutlu bir çocuk, güvenli ve güzel bir dünyada. Büyük şehirlerdeki kopukluğu vermedik. En yakın arkadaşları iki kuzeni, bir de ablası var.

Aile bağı çok güçlü o zaman filmde..

Evet. Herkes okula gidiyor, o gitmiyor, çok sıkılıyor. Bir köpek istiyor. Apartmanda zor olacağı için babası oyalansın diye, bilgisayarı nasıl verimli kullansa diye düşünürken babası ona özel bir yazılım üretiyor: “RGG”

Filmin isminde de var bu RGG, ne anlamı var?

Anlamını RGG’si olmayana söyleyemiyoruz.

Aaa? Nasıl RGG’miz olabilir peki?

Filmin sonunda herkese armağan edilecek bir şey diyeyim. RGG çok özel bir yazılım, bir günlük tutma programı, Ayas her gün yaşadıklarını RGG’ye kaydediyor. Ayas’ın RGG’ye kaydettiği günlerini konu ediyor film.

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Çok güncel meseleler aslında, teknoloji, gençlerin teknolojiyle büyümeleri, gelişmeler, ama internette de çok vakit kaybetmemeleri gerektiği vs.

Ayşe Şule Bilgiç: Evet, faydalı kullanım. Günlük tutmak önemlidir biliyorsunuz, günümüz teknoloji çocuklarına yaz demek çok zor, çocuklar da kendilerini ifade etmek için direk görüntülü olarak yaşadığı olayı anlatıyor, video kayıtları oluyor, arkadaşlarıyla paylaşabilecek ilerde vs.

Böyle bir uygulama olsa hepimiz kullanırız.

Yapıldı zaten.

Gerçek oldu yani RGG?

Aynen öyle ama anlamını söylemem.

Tamam sürprizi var bu işin, belli. Filmin müzikleri eşiniz Kıraç’a ait. O nasıl çalıştı bu projede?

Kıraç, Düşyeri’nin kreatif yönetmenlerinden aslında. Sadece müziklerde yok aslında, işin mutfağında hep yer aldı. Müzikler çok önemli Ayas’ta, 6 tane şarkılar var. Özel aranjeli türküler var.  Şeker kızlar diye bir müzik grubu var filmde, onların söyledikleri şarkılar var.

Dilimize dolanacak mı şimdi bunlar?

Bildiğimiz türküler var, “Bom Bili Bili Bom” var, “Gökte Yıldız Ay Misun?” var, “Le Hanım” var, “Deriko” var. Bir tane Şeker Kızlar’ın özel bir şarkısı var, yepyeni. “Delisin” şarkısı var bildiğimiz. Soundtrack’i de çıkacak, özel imza günümüz olacak, hikaye kitaplarımız olacak. Nevzat Yılmaz’ın da imzası var müziklerde. Sahne altı müziklerini o ve Kıraç yapıyor.  Nevzat ve Kıraç’ın da baba olmaları önemli bence.

Gülüşmeler…

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Filmin bütçesiyle ilgili neler söylersiniz?

Ayşe Şule Bilgiç: Başta anlattığım gibi Pepee para kazanmaya başladıktan sonra, artıya geçtiğimiz oranda Ayas’ı devreye soktuk. O yüzden bir Ice Age tekniği beklememek lazım ama başka kozlarımız büyük. Hikayesi, dublajı, elimizdeki diğer tüm donelerde en iyisini yaptık, seyirci, teknik olarak çok güzel ama hiçbir şey anlamadık diyeceği bir filme gelmeyecek, hikayesini bir kere aşırı derecede özdeşleşebilecek, biz burada çok güçlüyüz. Taviz vereceksek teknikten verebiliriz dedik onu da kendimize özel bir metotla çözdük, Ayas özel bir metotla yapıldı, dünyada örneği var mı bilmiyorum.

Nasıl özel?

Biz iki boyutlu geleneksel animasyona daha yakın ama bilgisayar destekli bir animasyon kullandık, dünyada 2D çizgi filmler tam geleneksel animasyon oluyor, bilgisayar desteği de alınca ortaya farklı bir dünya çıktı. 3 boyutlu bir boyama tekniği kullandık. Çılgın Türkler olduk bu konuda.

Boyutlu olmadan boyut kattınız diyebilir miyiz?

Aynen öyle. Hedef kitlemize nüfuz edecek bence bu şekilde.

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Dublaj çalışmalarınızı da merak ediyorum, çocuklarla nasıl çalıştınız?

Ayşe Şule Bilgiç: Orada da kendi stüdyomuz olması bir avantaj. Ünlü birilerine de konuşturabilirdik ama doğru etkiyi bununla yaratmak istemedik. Kendi orijinal yaş grubundaki çocukları konuşturduk, uzman ekibimizle geliştirdiğimiz bir metodumuz var bunun için, dublajı iş olarak yaptırmıyoruz çocuklara, stüdyoya inip, dublajcılık oynuyoruz. Çok keyifli bir oyun senaryosu haline getirdik ve şimdi Ayşe abla bir daha ne zaman gelicez dublajcılık oynamaya diye soruyorlar bana, çok keyifliler. Dublajcılık oyunu diye bir şey var artık.

O sesleri nasıl buluyorsunuz peki?

Onlarca alternatif ses var tabii, dinleyip karakterle match etmeye çalışıyoruz, Ayas’ta çok özel bir ses kullandık, riskli bulanlar oldu ama ben onun üstüne durdum çok.

Değişik bir ses mi?

Çok sakin konuşuyor. O sakinliğin yaş grubuna çok iyi geleceğini düşünüyorum. Büyükler için fazla sakin konuşuyor olabilir ama ana hedef kitlemiz büyükler değil, biz çocuklarla özdeşleşmek istiyoruz. Ege Sezer seslendiriyor, ben çok yakıştırdım. Üç yıldır Ege bizimle çalışıyor. Ayas’tan 2 yaş büyük.

Görsel

Melis Z. Pirlanti: Farklı etkinlikler olacak mı Ayas’la?

Ayşe Şule Bilgiç: D&R’da imza günü olacak, Ayas’ın kostüm karakteri var, Pepe’de olduğu gibi. Ayas orada olacak, sonra Türkiye’deki pek çok D&R’ı gezecek, kitabını ve albümünü alabilecek insanlar. Onun dışında sahnede, konserlerimiz olsun istiyoruz. Kuruçeşme Arena’yı doldurmuştu Pepe, Ayas için de istiyoruz. Avrupa’da özel bir lansman yapılacak Köln’de Ayas’la birlikte izleyeceğiz, bir gala yapacağız, orada da etkinlikler yapacağız. Oradaki Türk anne babaların da talepleri oldu Pepe’den sonra. Oyunların içine serpiştirdiğimiz bilgiler, aileler için önemli oluyor, yurtdışında da bu böyle.

Ayas’ın dizisi de hemen başlayacak mı TV’de?

Vizyonun akabinde belli olacak, çok arayı açmayı düşünmüyoruz, belki 2 ay sonra olabilir.

Gişe beklentileri?

Siz söyleyin, ne yapar?

Etrafında çok rakip yok gibi tarih açısından. Pepe’den sonra beklenen bir yenilik sinemalarda, o açıdan şansı var herhalde.

Kötü bir gişe gelmemesini, sektör açısından çok önemsiyorum, ticari başarıdan ziyade, bu kapı açılsın artık. BKM inanarak yanımızda oldu mesela, son anda, bitmek üzereyken… Vizyona çıkaramama ihtimalimiz vardı, Necati (Akpınar) Abi bize çok inandı ve hayatımıza bir umut olarak girdi. Herkesin beklentisi var. O yüzden de kimsenin yüzünü kara çıkarmak istemiyorum. Bu gişe, türk çizgi film tarihi açısından çok önemli.

Görsel

Yeni projeler belli mi?

Ayşe Şule Bilgiç: Şu an yönetmek durumunda olduğumuz 3 marka var, Pepee, Leliko ( burada Planet Çocuk’un da altını çizmek istiyorum, ilk kez bir özel kanal yerli yapım bir çizgi filme ikna oldu, bu çok değerli) ve Ayas. Bu üçünün süreci yeter zaten ama bir yeni çocuğumuz daha var.

Kız mı bu kez?

Aslında Leliko’daki Leli de kızdı ama evet bu da kız!

Sinema mı, dizi mi?

Henüz karar vermedik, Ayas’a bağlı biraz da.

Sinemaya bakışınız nasıl, neleri takip ediyorsunuz, Türk sineması sizce nasıl gidiyor?

Türk sinema seyircisi daha fazla olmalı diye düşünüyorum. Nüfus olarak, izlenme oranları az. Sinema için önemli bir pazarız yurtdışından da bakıldığında. Çok değerli filmler yapıyoruz aslında. İyi noktaya doğru gidiyor Türk sineması. Yönetmen eksiğimiz vardı, şimdi çok güzel yeni yönetmenler geliyor, onların desteklenmesi çok önemli, gişe sinemaları da “tu kaka” değil, onlar da lazım tabii bir yandan. Çizgi film, Türkiye’de hala yakın zamana kadar aslında çocuk işi olarak algılanıyordu. Sinemaları ikna etmekte çok zorlanılmış. İkna edilmiş durumda artık, bu ihtiyacın farkındalar, o yüzden genel anlamda önü açıldı çizgi filmlerin, işte yerli yapımlar da ortaya çıkarsa çok daha güzel olacak. Son zamanlarda Türk filmlerinin izlenmeleri de arttı. Kendi kültürümüzden doğan eserlere ihtiyacımız daha fazla çünkü. Burayı bizim ele almamız gerekiyor. Türk izleyicisiyle yüzleşeceğiz, heyecanlıyız.

Çok teşekkürler…

Röpörtaj: Melis Z. Pirlanti                 Kaynak: Beyazperde.com

Söyleşi: Altan Dönmez

Son dönemin en sevilen gençlik dizilerinden biri olan Güneşi Beklerken‘i yöneten Altan Dönmez‘in Beyazperde.com sitesinden Banu Bozdemir ile yaptığı röpörtajı sizlerle paylaşıyorum. Buyursunlar efendim…

Görsel

 Banu Bozdemir: Öncelikle Güneşi Beklerken neden bu kadar sevilmiş olabilir, oysa ekranlarda çok fazla gençlik dizisi var?

Altan Dönmez: Öncelikle karakterlerin üç boyutlu olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Her karakterin bir hikayesi, zaafları, korkuları ve hayalleri var. Bu da karakterleri tip olmaktan çıkarıp, seyircinin onları takip etmesini sağlıyor, buna güçlü senaryo, yapım ve farklı bir anlatım dili eklendiğinde diğer gençlik dizilerinden ayrılıyor.

Klasik lise dizilerinden değil evet, öyle bir dizi önünüze gelse çekmeyi kabul eder miydiniz peki?

Bu tamamen senaryo ve yapımla alakalı.

Aslında sinema filminiz Taş Mektep’te de liseli öğrencilerle çalıştınız. Zaman ve duygular çok farklı tabii ama bir kıyaslama yapmanız gerekse..

Çok farklı. Taş Mektep, bir dönemin içindeki haklı savaşında vatan savunmasında yitip giden bir gençlik. Güneşi Beklerken ise, günümüz gençliğinin yaşam şeklini, sorunlarını, değişken aile yapılarını sorgulayan bir dizi. Taş Mektep’teki gençlik olmasaydı Güneşi Beklerken dizisinin gençliği de olmazdı.

Görsel

 Banu Bozdemir: Bu ikinci diziniz sanırım. İlki Bir Zamanlar Osmanlı. Dizi çekmek meşakkatli bir iş, uzun soluklu. İlk diziniz kostümlü bir diziydi ve uzun zaman devam etti. İkisi arasındaki farklar nedir?

Altan Dönmez: İkisinin de tadı dokusu farklı, heyecanı ve keyfi de tabii. Dönemde yaşamı aktarmak, o anı hissettirmek, o atmosferi yaratmak keyifliydi. Osmanlı Kıyam’da başta Türkan Şoray olmak üzere üst düzey oyuncularla çalışmak şahaneydi. Güneşi Beklerken’de de aynı şekilde üst düzey oyuncularla çalışıyor olmak büyük keyif. Oyuncu seçimi bu işin çok önemli bir kısmı ve ben hep çok şanslı oldum bu konuda, her biri iyi oyuncu olmanın dışında uzun yol dostu olmuştur.

Dizide herkesin tek tek bir hikayesi var ve birbiriyle kesişme noktaları çok iyi. İyilik ve kötülük sürekli yer değiştiriyor, duygular sürekli inip çıkıyor. Tabii burada güçlü bir senaryodan da bahsetmek mümkün. İyi film ya da dizinin kıstaslarından biri de senaryodur değil mi?

Kesinlikle senaryo tartışılmaz bir kısmı işin ama, artık tek başına kurtarıcı bir faktör değil. Her ekip kendi dalında en iyilerden biri olmak zorunda. Bu görsel yoğunluk içinde fark edilmek ve takip edilebilmek için, masanın her ayağı yere sağlam basmalı, yapım, yönetim ve teknik ekip.

Görsel

 Banu Bozdemir: Dizinin tüm oyuncuları dikkat çekiyor ama en çok da Kerem Bürsin’in oynadığı Kerem karakteri ilginç geliyor izleyiciye. Oyuncunun yurtdışında bazı projelerde de yer aldığını biliyoruz. Hem kendisi, hem rolü ilginç. Onun rolünün dizinin kırılma noktası olduğunu söyleyebilir misiniz?

Altan Dönmez: Kerem, gerçek bir yıldız ve ileride çok önemli sinema filmlerinde olacağına inanıyorum. Üst düzey oyunculuğunun yanısıra, sette hepimizin gönlüne taht kurmuş, şahane bir kalbi olan ve çalışmaktan büyük keyif aldığım bir dostum. Kerem karakteri gerçekten dizinin akışını değiştirecek kuvvette, ama her karakterde o kırılma noktasını yaşatma potansiyeli var.

Bir başarı öyküsü tabii aynı zamanda dizi. Hande Doğandemir, Zeynep karakterine yakışıyor. Hep Elvan ve diğer koşucuların hayatlarından bir başarı öyküsü çıkmaz ki, dizisi ya da filmi yapılmaz ki derken bu dizi çıkageldi. Dizinin bu sporcuların hayatlarıyla benzeşen bir yanı var mı sizce?

Spora fazlaca bir vurgu yapıyoruz gençleri özendirmek adına.  Buralardan da Elvan ya da diğer spor dallarındaki gibi başarı öyküleri duysak ne güzel olur.

Görsel

 Banu Bozdemir: Bu kadar ilgi çekeceğini düşünmüş müydünüz dizinin?

Altan Dönmez: Her projede bunu nasıl daha ilginç kılabilirim, daha iyi nasıl olur, yeni neler yapabilirim diyerek çalışırım. Bir de buna güçlü senaryo ekibi ve güçlü bir yapım eklendiğinde cevabım; evet. Bu kadar ilgi çekeceğini biliyordum.

Dizinin hikayesini devam ettirecek malzemesi var mı senaristlerin peki?  Kore dizisinden uyarlama olduğunu bilsek de…

Bu Kore meselesini gerçekten bilmiyorum, adı geçen diziyi izlemedim ama bir sürü gençlik dizisinin birbirine benzediğini düşünüyorum. Senaristlerimiz gerçekten başka bir yerden bakabilmeyi, hikayeyi eğip bükmeyi çok iyi biliyorlar bence ve bu yüzden de yıllar boyu sürecek malzemeleri var.

Bir de gençlik dizilerinde hep olduğu gibi, herkesin birbirine gönlünün düştüğü dizilere dönmeyecek değil mi Güneşi Beklerken. Reyting uğruna dizilerde yapılan saçmalıklara ne diyorsunuz?

Döneceğini sanmıyorum, bizim dramatik yapımız çatışmalarımız yeteri kadar kuvvetli. Reyting açısından seyircinin biraz daha seçici olmasını diliyorum, saçmalıkların en büyük sebebi, dizilerin 120 dakika olması. Süre 60 dakikaya çekildiğinde her şeyin kalitesi yükselir.

Görsel

 Banu Bozdemir: Dizi ve sinema filmi çekmenin sizin için farkı ne?

Altan Dönmez: Reklam, klip, sinema ya da dizide derdimiz hep aynı aslında. Farklı sürelerde ve farklı anlatım dillerinde bir şey anlatmak. Benim işlerimde aslında hepsinden bir şey bulabilirsiniz. Eğer duygusuna uygunsa, sahne içinde bir anda klip tadında bir anlatım ya da reklam tadında bir görüntü ya da sinema tadında bir anlatım görebilirsiniz. Benim için eğlenceli kısım da bu zaten, belli bir formata bağlı kalmamak.

Dizi süreleri ve çalışma koşulları hakkında neler söylemek istersiniz?

En önemlisi 120 dakikanın kısalması. Ben mutlaka on saat ara veriyorum sete ama, mesele sadece uyku meselesi değil. Uykunun dışında çalışanlar, kendilerine de zaman ayırabilmeli. En önemlisi de uykusuzluktan kaynaklanan set kazaları. Ama süre düşmedikçe bu durumların düzelmesi zor.

Röpörtaj: Banu Bozdemir                       Kaynak: Beyazperde.com

Söyleşi: Karnaval

Görsel

 Bu hafta vizyona giren 4 Türk filminden biri Karnaval. Samimi, sevimli, gerçekçi ve sade yapısıyla dikkat çeken film, geçtiğimiz Nisan ayında 32. İstanbul Film Festivali‘nde ödül almak için yarışmıştı, fakat eli boş dönmüştü. Alis (Serdar Orçin) ile Demet (Tülin Özen)’in eğlenceli hikayesini anlatan yapımı, bir de yönetmen Can Kılcıoğlu ile başrol oyuncusu Serdar Orçin‘den dinlemek için, yazıyı okumaya devam edin. Karnaval, sinemalarda…

NOT: Bu söyleşi, film vizyona girmeden önce yapılmıştır.

Görsel

Karnaval filmi absürd olarak başlıyor, sonra bir yerde ayakları yere basıyor ama o absürd hava filmin genelinde devam ediyor. Hem bizim sinemamıza yakın, hem de biraz uzağına düşüyor. Bu hali biraz anlatabilir misiniz?

Can Kılcıoğlu: İnsanlık hallerini ben çok yakın görüyorum, bizim yaşadığımız sade, sıradan bir şey başkası için sıradışı olabiliyor. Alis’in dünyası çok masalsı bir yandan. Kendi dünyasında yaşayan bir adam. En kötü an ile en güzel an birbirine yakın, bizim için çok absürd gelen bir şey onun için sıradan. Bir arkadaşımız arabada yaşasa gidip yardım etmeye çalışırız, ikinci gün annesinin yemek taşıdığını görsen bir tebessüm oluşur. Alis’in dünyasına yaklaştıkça bunların birbiriyle yakın olduğunu görüyoruz. Ben de biraz Alis’i takip ettim, o ne yaşıyorsa ona tanıklık ettim.

Etrafınızda feyz aldığınız biri oldu mu?

Kılcıoğlu: Yok, aslında lisedeyken bir arkadaşım vardı, küçük de bir arabası. Elektrikli süpürgelerinden satıyordu gerçekten de kapı kapı dolaşarak. Gitmediği semt kalmamıştı, tabii ondan çok etkilendim.

Görsel

 Filmde dikkat çeken şeylerden birisi de baba olayı. Çocuğun da kızın da bir baba takıntısı var, kızınki biraz daha halının altına atılmış gibi. İki tane olunca dikkat çekiyor. Biraz açabilir misiniz?

Serdar Orçin: Bizdeki baba problemlerinin çoğu anneden kaynaklanır. Annenin köprü olmaya çalışması, babayla oğlun arasına girmesi o gerilimleri tetikler diye düşünüyorum, anne bu konuda fazla misyon ediniyor. Bu tamamen orta sınıf aile yapısıyla ilgili bence. Koruma içgüdüsüyle yapılan, kavanoza çocuğu sokup sevgiden sıkmakla sonuçlanan durumlar var. Alis gibi 30’lu yaşların ortasına geliyor ama kimle nasıl konuşacağını, iş görüşmesine nasıl gideceğini bilemiyor. Babayla problemli gibi ama aslında sevgi şiddeti bazı şeylerin dengesini bozabiliyor. Bizim filmde büyük bir sorunsal olarak göze sokulmuyor ama gösteriliyor.

Alis problemli gibi gösteriliyor ama bir yandan da o bayram kahvaltı sofrasında herkes abartılı. Alis daha normal gözüküyor…?

Orçin: Evet, herkesin başına gelebilecek bir sahne o aslında. Biz Alis’i filmde sakat biri olarak değil de tuhaf bir insan olarak izliyoruz. Annesiyle olan ilişkisinin dışında bir kıza meylediyor mesela. Ve öyle bir sofra ortamında çok normal kalıyor. Bu kadar baskın bir kadın model var ama annesinin önerdiği kızı reddediyor. Oysa o kızla hemen çıkması gerekirdi. Arabada yaşıyor ama karşı koyabildiği şeyler bunlar ancak. Bunlar göze sokulmuyor, güzelliği de buradan geliyor.

Görsel

 Bir yandan da hiç kimseyi kırmadan yapıyor, ilginç bir karakter…

Can Kılcıoğlu: Bir tarafı aileye bağımlı, o yüzden, kaçıyor arabada yaşıyor ama birkaç sokak ötede. Başını alıp gidemiyor, ekonomik bağımlılık da var. O yüzden bunları hatırlayıp siniyor. Tepki verebildiği yerler sınırlı. Demet ile ilgili olan kısımsa ailesine bağımlı olması; o da mecburiyetten. Onun tepkileri de daha çok ergen gibi. Atarlanıyor, ani çıkışlar yapıyor. Anne eksikliği, büyük sorumluluklar üstlenmesi gibi. Bunları çok ön planda göstermiyorum ama bir karakteri oluşturan şeyler bunlar sonuçta. Göstermeye çalıştığımız şey, hiçbir karakter mükemmel değil, hayatta da olduğu gibi.

Filmin vizyon süreci nasıl ilerledi, tarih belirlemek de zorlandınız mı? Salon bulmak konusunda…

Kılcıoğlu: Tam da üstüne geldi bu soru. Bu çok büyük bir sorun. İzmir’de çektik filmi, biz İzmirliyiz ama İzmir’de girememe tehlikesi var. Ama bununla mücadele ediyoruz. Salonların AVM’lerde olması, salonların tekelleşmesi. Artık salon vermeye lütfetmesi anlamına geliyor. Zaten film çekene ve bitirene kadar maddi ve manevi zorluklarla karşılaşmışsınız. İki senedir başka bir şey yapmadan sadece Karnaval ile uğraştık. İnsanlara izletmek istiyoruz ama salon bulamıyoruz, bu büyük bir sorun. DCP formatında gireceğiz, ama salon sayısı az, tam bir geçiş dönemindeyiz o anlamda.

Alternatif yöntemler düşünüyor musunuz, Onur Ünlü’nün yaptığı gibi…

Can Kılcıoğlu: Yok düşünmüyoruz, ama nasıl o noktaya ulaştığını tahmin ediyorum. (Gülümseme)

Serdar Orçin: Hep tepkisel hem de güzel bir hareket yani. Olmadı İzmir’de çekim yaptığımız düğün salonunda bir perde kurup orada izlettiririz. Orada bir hafta gösterim yapsak tamam işte. (Gülüşmeler) Eski usul pasta ve gazoz eşliğinde. Şaka bir yana, İzmir ve Eskişehir, Antalya, Bursa gibi yazları en azından birkaç açıkhava sineması, birkaç tane bağımsız film gösteren sinema salonu olsa… İşleyiş öyle olsa ve bunun için harekete geçilse, bu şehirlerde yaz mevsiminde daha da çok insan oluyor.  Bir ay denense mesela, bu tarz filmlerin gösterileceği salonlar.

C.K: Evet, Sinematek eksikliği var…

Görsel

 Aslında nereden baksanız elinizde kalacak bir mesele bu. Emek Sineması’nın ve diğer sinemaların kapanması, yeterli salon bulunamaması… Ters orantı var, bakanlık desteği alıp film çekiyorsun, ama gösterecek salon bulamıyorsun…

Can Kılcıoğlu: Antalya’da başvuran 68 filmin 42 tanesi ilk film. Müthiş bir rakam ama, ne yapacak mesela o filmler belli değil.

İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma bölümündeydi filminiz. Herhangi bir ödül alamadı. Rakipleriniz güçlü filmlerdi ama festival mantığında çekilen filmlerin dışında kaldığınızı düşündüğünüz oldu mu hiç?

Kılcıoğlu: Ben aslında daha senaryoyu yazarken, çekerken, kurgularken de bu filmi festival seyircisi sevecek ama genel izleyicinin de sevmesi için uğraşacağım dedim. Bu bizim elimizde. Yine meselesi, derdi olan ama bir yandan da rahat izlenen bir film yapmak elimizde. Sıcak bir film olsun istedim, komedi tarafını seviyorum. Seyirciyi en rahat yakalayan yerlerden biri de o komedi kısmı. İki arada olma durumu zorlayıcı, pek örneği yok maalesef. Ama bunda inat edersem ya da edilirse devamı gelecek, bu bir çaba en azından. Festival izleyicisi sevdi filmimizi.

Mizah bir tercihti, değil mi?

Can Kılcıoğlu: Kara komediyi seviyorum ve yazarken öyle çıktı. İnsanları eğlendirmeyi seviyorum ama denge kurmam lazımdı. Alis gibi bir karakter yaratırken Serdar ip üstünde oynadı. Mesela ayağı kayıp düşse bitti yani. Kara komedi, ince mizah kısmını hep hatırladık. Bazen kabaya kaçtığımız oldu çekimde ya da kurguda. Onları hiç kullanmadık.

Kahkahalarla gülmüyorsunuz, ama hep bir gülümseme oluşturuyor film, aynı Alis gibi. Alis ve Serdar Orçin’i çok bütünleştirdim ben. Nasıl bir özdeşleşme yarattınız, nasıl oluşturdunuz karakteri?

Serdar Orçin: İlk başta senaryoyu okuyunca bir dili olduğunu hissediyorsunuz. Can çok eğlenceli, kendi gibi bir film yazmış ama sorunsalını da unutmadan çekme derdindeydi. Bu net zaten, biz bir komedi yapmayacağız, durumdan yola çıkacağız. Bir süre ortak bir dil oturtmaya çalıştık, Can da, ilk çekeceği film için dili bir yandan bulmaya ve kurmaya çalıştı. Bu film bir gösterge ama henüz bir şeyle ölçülebilecek bir gösterge değil. Türü belli değil, aşk filmi mi, geleneksel aileye bakan bir film mi? Ölçü ya da ne yapmış bu adam’ın cevabı Can’ın ikinci filminde çıkacak. Ödül almamasının üzücü bir yanı yok bizim için, zaten festivalde yarışıyor olması bir başarıydı. Can’ın dilinin de zamanla tanınacağını ve oluşacağını düşünüyorum. Türk komedisi de olacak gibi ama tam değil, dram da var. İsmi geçti diye söylüyorum, Onur Ünlü buna iyi bir örnektir.

Evet severiz kendisini…

Serdar Orçin: Ben de severim de, sevip sevmemekle ilgili değil aslında mesele. İlk filmini çektiğinde birileri sevdiyse birileri de “deli herhalde” dedi. İkinci filmde de öyle ama filmler arttıkça ve en son İstanbul Film Festivali’nde ödül alınca, artık “Onur Ünlü sineması” diyebiliyoruz rahatlıkla.

İzmir’de çekilmiş bir film, o yüzden farklı ve çok güzel. Mesela filmde alternatif ve devam etmesi gereken şeyler bir yerde kesilmiş gibi. Pasta yapma ve bisiklete binme halleri sanki biraz daha uzatılabilirdi. Bir yerde kesilmiş gibi geldi onların tadı bana…

Can KılcıoğluAslında çok doğru bir yere değiniyorsun. Söylediğin her şey Alis’ın dışındaki şeyler. Demet ile ilgili şeyler ve biz Demet’in hayatına ne kadar girdiysek, yani Alis dışında filmin sarktığı hissine de kapıldık. Başka alternatif sahneler de çektik aslında biz ama…

Görsel

Bu, tam olarak Alis’in hikayesi mi?

Kılcıoğlu: Bir anlamda öyle. Demet onun en yakınındaki kişi ama Demet’i fazla gördüğümüzde Alis’ten uzaklaşma ya da filmin ekseninden kayma oluyordu. Aklımız Alis’te bizim, onla başladı, onunla bitiyor. Film 105 sahneden oluşuyor 103’ün de Serdar var. (Gülüşmeler) Film ya da kurgu öyle bir şey ki kendini kusuyor o sahneler… Ben buraya olmadım diyor. Organik bir yapı yani…

Görsel

Tülin Özen ile yakalanmış inanılmaz bir uyum, sanki daha önce sizi izlemiş gibiydim. Yeşil gözler bile uyumluydu…

Serdar Orçin: Kardeş gibiyiz, çok benziyoruz.

Can Kılcıoğlu: Ezgi Baltaş, bizim cast direktörümüz. Ben zaten renkli göz hiç sevmem. İkisinin de renkler acayip. (Gülüşmeler) Tamamen tesadüfen oldu, ama iyi oldu.

Mesela bir oyuncu olarak partnerinizin kim olacağını merak eder misiniz?

Serdar Orçin: Kendi maceramız müthiş bir şey oldu. Tülin ile tanışıyorduk, ama bir arada oynamamıştık, beraber çalışmak ayrı bir şey. Bazen de tanıştığın insanla birlikte iş yapmayalım dersin. Bizimki “Olur da, bu kadar olur!” gibi bir şey oldu. Tülin ile de İpek Bilgin ile de. Sanırsın yörüngede dolaşıyormuşuz, sonra birbirimizi bulmuşuz gibi. Ben öyle hissettim yani. Filmden önce çalışma imkanımız da oldu. Tülin hayatta rast gelebileceğim ender oyunculardan. İpek, aynı zamanda hoca oldu bize. İkisini de görünce sarılmak istiyorum.

Görsel

 Dizileri çok fazla tercih etmeyen bir oyuncusun. Behzat Ç.’de geçen sezon vardın ama bir yandan da sinema senin için önemli sanırım… 

Serdar OrçinTelevizyonda kendini görebildiğim işlerde olmayı tercih ediyorum. Bugüne kadar hiç olmadım desem, altı dizide oynamışımdır.

Sinema oyunculuğu yaparak geçinmek mümkün mü?

Serdar Orçin: Hayır tabii geçinilemiyor, keşke öyle olsa tabii. Bir film çektiğimde birkaç sene diğer rolüme hazırlanabilsem keşke! (Gülüşmeler) Film zaten kendisini ifade edemiyor ki… Bana 7-8 sinema filmi geliyor ve ben bunlardan en uygun olan bir tanesini seçiyorum durumu yok. Film çekilirken para en son konuşulan şey oluyor. Sinemayı çok seviyorum ama her filmde oynayamam açıkçası. Kendime adıma diyorum ama içinde olmayacağım ve seçmeyeceğim şeyler için demiyorum.

Bir yönetmen olarak son dönemde yaşadıklarımızdan nasıl etkilendiniz… Gezi süreciyle başlayan ve halen devam eden direnişten?

Can Kılcıoğlu: Etkilenmemek mümkün değil. Üç tane projem vardı Karnaval’ın kurgusu bittiğinde yazmaya başladığım. Gezi’den sonra hepsi bir şekilde değişti. Başka bir şeyler yapmam gerektiği hissine kapıldım. Bu ülkede yaşayan birinin Gezi’ye duyarsız kalması mümkün değil.

Görsel

  İnsanların ilham kaynaklarının değiştiğini, yok edildiğini düşünüyorum. Bir yer vardır mesela hep geçersiniz o bir süre sonra yok olur/oluyor…

C.K: Bu bir yıkım, bilinçaltımızın da. Her yeri steril, yeni pırıl pırıl yapmak, eski olanı (hafızası olan) yıkmak bilinçaltımızı yıkmak gibi geliyor bana düşünce biçimimizi değiştirmek. Ben Emek Sineması’nda çok güzel filmler izledim ve benim çocukluk hayalimdi Emek Sineması’nda gala yapmak. Atlas’ta yine çok güzel bir salonda yaptık ama bir beş sene sonra onun da ne olacağını bilmiyoruz. Şehrin tarihi belleği bunlar, orada olmak zorundadır, hiç kimse de gitmeyebilir. Emek Sineması’na kimse de gitmeyebilir ama devletin bunu korumak zorunluluğu vardır. Çünkü o bir bellek oluşturur orada. Bu kent sadece gökdelenlerin olduğu bir şehir olarak kalacak. Bunun mantık ve duyguyla izah edilebilir yanı yok bence.

Görsel

 Film çekme hayali var mı sizde de?

Serdar Orçin: Bizim işimizin baş aktörlerinden birisi hayal kurmak. Belirgin bir şey yok, ama hayal kurmak hep var.

Can Kılcıoğlu: Bu nokta da ben bir ekleme yapayım: süreç harikaydı benim için. Herkes projeye o kadar inanarak geldi ki bir yönetmen için daha öte bir şey olamaz yani. Bütün tartışmalarımız, konuşmalarımız Karnaval’ın daha iyi bir film olması içindi. Onların varlığı filme çok şey kattı.

Seyirci için son sözleriniz…

Kılcıoğlu: “Karnaval ile hayatınız karnaval gibi olacak!” diye bir sözümüz var filmde. Bilmiyorum hayatları karnaval gibi olur mu ama Karnaval seyirciye iyi gelecek bir film.

Orçin: Pozitif bir film olduğunu düşünüyorum, evet gerçekten de seyirciye iyi gelebilir.

Röpörtaj: Banu Bozdemir              Kaynak: Beyazperde.com