Bu yazımda izlediğim birkaç filmi daha kısa kısa anlatıp geçeceğim. Hemen uzatmayalım ve yazımıza başlayalım en iyisi. Buyursunlar efendim…
Günce, fragmanı çıktığından beri radarımdaydı. İyi bir şey izleyeceğimiz apaçık ortadayken, filmi izleyince büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, Kemal Uzun ve Gürcan Mete Şener‘in yönettiği film, hiç de benim beklediğim gibi çıkmadı. Filmin en büyük sorunu iyileri çok iyi, kötüleri çok kötü yapmasında. Doktor, sürücü derken, “kötüler listesi” iyice kabarıyor. Bu karikatürizelik iyice göze sokulunca, verimli bir sonuç çıkmıyor haliyle. İnsan, hasta bir kız ile çaresiz babasının hüzünlü hikayesinden daha iyi bir şeyler bekliyor.
Bir diğer eksik ise, bazı şeylerin (örneğin Günce ile ilgili sorunların) gereğinden fazla abartılması. Bazı hüzünlü sahneler, bana pek etki etmedi mesela. Yine de hikayenin mutlu sonla bitmesi fikrini takdir etmek lazım. Bu hikayenin mutlu sonla bitsin istiyoruz, ne yalan söyleyelim.
Uzun süredir TV’de ya da sinemada göremediğimiz Cemal Hünal ve sevimli oyuncu Nisa Melis Telli, kesinlikle çok iyi bir çift olmuşlar. Ama, ortada o kadar kötü bir film var ki, başrol oyuncularının ekran karizmaları bile Günce’yi kurtarmaya yetmiyor. Yine de, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştıkları ortada. Leyla Lydia Tuğutlu ve Levent Sülün‘ün yanı sıra, Gürkan Uygun, Ayça Varlıer, Haluk Levent gibi ünlü isimleri de izliyoruz yapımda.
Günce, 97 dakikanın hakkını veremeyen, vasat bir film olmuş. Özellikle, Hüseyin Namık Üstünel‘in yazdığı senaryo, oldukça sıkıntılı. Yine de, Hünal ve Telli’nin oyunculukları hatrına izleyebilirsiniz. Ya da izlemeyin, pek de bir şey kaybetmezsiniz…
[C-]
Aslına bakarsanız, Gözümün Nuru, öyle kısa kısa konuşulabilecek bir film değil, fakat tek başına ele alsam da, ne yazacağımı pek bilemiyorum. Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu‘nun Orada‘dan sonraki ikinci filmi olan Gözümün Nuru, Saraçoğlu’nun gerçek hayatta yaşadıklarından yola çıkıyor. Gözlerindeki sorun nedeniyle görme duyusunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan M.’nin hikayesini izliyoruz yaklaşık 80 dakika boyunca.
Gözümün Nuru, ne yazık ki herkesin seveceği bir film değil maalesef. Sonuçta, yönetmenlerin ele aldığı mevzu oldukça ciddi olmasına rağmen, bunu trajikomik bir şekilde anlatmayı tercih etmişler. Yine de, ben bu seçimi oldukça hoş buldum. Gerçi, bununla ilgili aklıma takılan birkaç şey var. Bu arada, Ali Ada‘nın Altın Koza‘da ödül almış olan başarılı kurgusunu da es geçmemek gerek açıkçası.
Melik Saraçoğlu, Orhan Saraçoğlu, Bilgin Saraçoğlu ve Ahmet Saraçoğlu‘nun yanında, Hakkı Kurtuluş ve Cüneyt Cebenoyan‘ı izlediğimiz filmde, hiç bir ismin sırıtmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Gözümün Nuru, kısa süresiyle zamanın nasıl geçtiğini unutturan bir film. Anlatım şeklini herkesin seveceğini düşünmüyorum. Gişede pek ilgi görmedi. Ama, olsun. Siz yine de bir yerden yakalayın. Yozgat Blues ile paylaştığı Altın Koza ödülünün hakkını veren başarılı bir film sizleri bekliyor, haberiniz olsun…
[B]
İlk filmi Kara Köpekler Havlarken ile belli bir düzeyin üstüne çıkmayı başaran Mehmet Bahadır Er‘in Maryna Er Gorbach ile birlikte yönettiği Sev Beni, farklı ülkelerden iki insanın aşkını konu alan sıradan filmlerden bir diğeri. Senaryosu klişelerle doldurulmuş, hiç bir özelliği olmayan bir film. İzlerken, pek de bir şey hissetmedim açıkçası.
Film hakkında ne diyeceğimi bilemediğimden oyunculara geçiş yapıyorum hemen. Viktoria Spesivtzeva, çok güzel bir kadın, ama yetenekten yoksun bir oyuncu. Ushan Çakır, yine elinden geleni yapıyor, ama senaryonun enkazından kurtulamıyor. Güven Kıraç, Yavuz Bingöl ve Murat Şeker de, yardımcı rollerde karşımıza çıkıyorlar Sev Beni’de. Hepsi, yine parlamayı başarmış. Özellikle, Şeker’in karakterini izlemekten fazlasıyla zevk aldım. Mehmet Bahadır Er ise, zaten kamera arkasında pek bir şey yapmıyor, üstüne kamera önünde de kötü bir performans sergiliyor.
Sev Beni, kötü bir film. Kötü, kötü ve kötü… Yine de, belli bir seyir zevkini tutturuyor, ama… Altın Portakal‘da yarışmasına hakikaten çok şaşırdım. Gerçi, jüri de filmin vasatlığını anlayacak ki, eli boş döndü festivalden. Şimdi soruyorum: Hayatımdan boşu boşuna giden 90 dakikanın hesabını kim verecek bana?
[D]
Küf, ülkemizde vizyon şansı bulamayan Türk filmlerinden bir tanesi. Yalnız bir hayat süren bir adamın hikayesini anlatan film, Venedik Film Festivali‘nde Geleceğin Aslanı ödülünü kazanmıştı. Ali Aydın, karısı ölmüş ve oğlu hapiste olan Basri’nin hayatını anlatırken, en sade yolu seçiyor ve fazlasıyla başarılı oluyor. Bazı sahneleri gereksiz yere uzasa da, kendini izlettiriyor. Filmdeki küçük detaylar, onu daha da güçlendiriyor. Mekan seçimleri, senaryo… Hepsi muhteşem.
Güç hayatında yalnız kalan ve kendine bir yer açmaya çalışan bir adam rolünde Ercan Kesal, yine ne kadar harika bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Tek kelimeyle mükemmel… Kesal ile Yozgat Blues‘ta da bir araya gelen ve filmdeki rolüyle Altın Portakal‘dan ödül alan Tansu Biçer de, başarılı işlerde yer alma geleneğini devam ettiriyor. Kesal ve Biçer’den bahsederken Muhammed Uzuner‘in hakkını da yemeyelim. O da, hatırı sayılır bir performans çıkarıyor ortaya.
Küf‘ü izledikten sonra “Neden birbirinden kötü filmler, vizyona giriyorlar da, böyle filmler güme gidiyor?” diye düşünmeye başladım ve hala da arkasındayım bu düşüncemin. Kaçırmayın derim.
[B+]
Kötü filmlerle (Küf ve Gözümün Nuru hariç) dolu yolculuğumuza iki çocukluk aşkının hikayesini bir çok gereksiz karakteri dahil eden Aşk Ağlatır ile devam ediyoruz. Fragmanı sebebiyle izlediğim filmi, fazlasıyla dağınık buldum. Dağınık, dağınık, dağınık…
Atalay Taşdiken‘in kardeşi Mehmet Taşdiken‘in yönettiği Aşk Ağlatır, kısa sürede bir çok şeyi anlatmaya çabalıyor, kötü olacağının sinyallerini daha ilk dakikadan veriyor. Melankolik yapısıyla iyice yolunu kaybediyor. Boşa giden 95 dakikadan sonra soracağınız ilk ve tek soru “Ben ne izledim?” oluyor.
Ceyda Ateş, her kötü filmde yer alan “elinden geleni yapan oyuncu” görevini üstleniyor. Tek boyutlu karakterini renklendiremiyor, ama en azından gayret ediyor. Melih Selçuk‘a zaman tanımaya devam ediyorum, ama hep böyle kötü filmlerde rol alacaksa, işimiz iş… Yılmaz Gruda, Ege Aydan, Kerem Fırtına, Levent Öktem, Itır Esen, Mert Yavuzcan ve Yağmur Tanrısevsin de, kadronun öne çıkan diğer isimleri.
Aşk Ağlatır, üzerine pek de konuşmak istemediğim bir film. Zaten, yukarıdaki yorumlarımdan sonra film hakkında olumlu bir şey söylememi beklemiyorsunuz herhalde…
[D]
Son filmimiz Üç Yol ise, genç yönetmen Faysal Soysal‘ın imzasını taşıyor. Bosna-Hersek Savaşı‘nı arka planına alan film, acı gerçekleri bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Oldukça ciddi bir meseleyi tüm çıplaklığıyla ustaca bir biçimde anlatmasıyla da, büyük bir risk alıyor, ama bunun altından başarıyla kalkıyor. Çarpıcı ve gerçekçi yapısıyla da dikkat çeken film, genel anlamda başarılı olsa da, bazı sahneleri izleyiciyi sıkabiliyor. Filmin kurgusu ise, ona güç veren bir diğer etken.
Nik Xhelilaj‘ın aksanı ve oyunculuğuyla öne çıkarken, Turgay Aydın ve Rıza Akın ise, usta isimler olduklarını bir kez daha kanıtlıyorlar. Kristina Krepela‘yı ise ilk defa izlediğim için pek bir yorum yapamıyorum doğrusu.
Üç Yol, kesinlikle ortalamanın üstünde bir film, onu söyleyeyim. Evet, bir çok hatası var ve bu da izleyiciyi filmden soğutuyor. Sıkıcı bir havası da var. Ama, yine de vizyondan kalkmadan izleyin derim. Altın Portakal‘da çok beğenildiğini belirteyim.
[B-]